12 Kasım 2009 Perşembe

Atatürk, yalakaları sever miydi?

Sürur Öztürk

Atatürk, “Sıfır nedir?” diye sorduğunda, “Huzurunuzda bendeniz” diyecek kadar şahsiyet zaafı taşıyanlar vardı. “Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” mısrasını yazacak kadar sevgisini abartanlar da… Onlar, sürekli Atatürk’ün etrafında, sofrasındaydılar; ama acaba Atatürk’ün gözünde gerçekten değerli miydiler?

Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’na davet ettiği edebiyatçılara, “Edebiyat nedir?” diye sorar. Halid Fahri Ozansoy’un tarifini beğenmeyen Atatürk, “Olmadı efendim, olmadı” diyerek sözünü keser ve kendisi bir edebiyat tarifi yapar. Davetliler, Atatürk’ü alkışlamaya hazır bir vaziyette sözlerinin bitip bitmediğini anlamaya çalışırken, Peyami Safa, “Olmadı Paşa Hazretleri, olmadı efendim!” diyerek, Atatürk’e itiraz eder. Atatürk’ün, “Niçin olmadı Peyami Beyefendi?” sorusuna da, “Olmadı, çünkü ilkel ve Ortaçağ’a mahsus” diye cevap verir. Atatürk’ün yaptığı bir tarifi, o kadar adamın içinde “ilkel ve Ortaçağ’a mahsus” diye nitelendirmek kimin haddineydi? Peki, şimdi ne olacaktı?

...

“Türk fikir ve edebiyat dünyasının en usta kalemlerinden birisi olan Peyami Safa’yı en iyi tanıyanlar kimlerdir?” diye bir soru sorulsa, ilk akla gelecek isimlerden birisi Vecdi Bürün’dür. Vecdi Bürün, Peyami Safa ile yakınlığını anlatırken, “zarurî ayrılıklar dışında, gece-gündüz beraber geçen 25 yıllık dostluğumuz” ifadesini kullanıyor.

Peyami Safa, milliyetçi-muhafazakâr çevreler tarafından her zaman takdir edilen, el üstünde tutulan bir fikir adamı, edebiyatçı, gazeteci. Siyasî bakımdan onun en bariz özelliklerinden birisi de şüphesiz, “milliyetçi” oluşu. Atatürk de milliyetçiydi. İlkelerinden birisi de “Milliyetçilik”…

Peyami Safa’yı, “25 yıl gece-gündüz yanında” olacak kadar yakından tanıyan Vecdi Bürün, Peyami Safa’ya dair hatıralarını anlattığı “Peyami Safa ile 25 Yıl” isimli kitabında, Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan bir toplantıda Peyami Safa ile Atatürk arasında geçen bir diyaloğa yer veriyor. Kitabın, “Peyami Safa Dolmabahçe Sarayı’nda” başlıklı bölümünde anlatılan bu hatırayı aynen aktarıyorum:

“Mustafa Kemal Atatürk, edebiyatçılarla konuşmak istemiş ve onları Dolmabahçe Sarayı’na davet etmişti. Peyami Safa da ünlü bir gazeteci ve edebiyatçı olarak davet edilenler arasındaydı. Atatürk, bilinen tavrıyle ve malûm bir zamandan sonra masadakilere “Sıfır nedir?” diye sorduğu zaman, Hasan Âli Yücel kalkıp “Huzurunuzda bendeniz” demesinin alışkanlığı ile, tanıdığı Halid Fahri Ozansoy’a “Siz, bize lütfen, edebiyat nedir anlatınız” demişti.

Halid Fahri ayağa kalkıyor ve edebiyatın ne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Fakat Atatürk bir süre dinledikten sonra onun sözünü kesiyor: “Olmadı efendim, olmadı.”

Yılların edebiyat öğretmeni kıpkırmızı kesilmiştir. Fakat karşısında Atatürk olduğuna göre kızarıp bozarmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktur. Peyami Safa sonradan bize anlatırken “Fatih’ten Harbiye’ye kadar” uzun masanın etrafında edebiyatçılar vardır ve onların hakemliğine müracaat edilebilir. Ama Atatürk bir kere “Olmadı efendim, olmadı” dedikten sonra, onlar nasıl “Pek âlâ oldu!” diyebilirlerdi? Sonradan kendisinden de dinlediğimize göre Halid Fahri, bütün tanıdıkları arasında masada bulunan bir tek kişiye, Peyami Safa’ya ümitle bel bağlamıştı. Tanıdığı ve o sırada masada bulunanlar arasında Yalnız Peyami Safa, gerektiğinde doğruyu söylemekten, kim olursa olsun yüzüne karşı söylemekten geri kalmazdı. Ama Atatürk “olmadı” hükümünü verdikten sonra “Oldu mu olmadı mı, Peyami Safa söylesin” demek de münasebetsizliğin ta kendisiydi. Zaten Atatürk buna vakit de bırakmamıştı. Oturduğu yerde “Dinleyin efendim…” dedikten sonra anlatmağa başlamıştı. Kendi anlayışına göre bir edebiyat tarifi veriyordu ve herkes susmuş, alkış tutmağa hazır bir halde sözlerinin bitmesini bekliyordu. Edebiyat aşağı yukarı şöyle tarif ediliyordu:

“Edebiyat, bir ferdin veya cemiyetin duygularının, düşüncelerinin muayyen şekiller içinde ifade edilmesidir.”

Atatürk, tarifin burasına gelince, herkes alkışlamak üzere, ‘sözlerinin arkası geldi mi gelmedi mi’ diye düşündüğü bir sırada, masadan bir ses yükseliyor:

“Olmadı Paşa Hazretleri, olmadı efendim!”

O zamana kadar en küçüğünden en muazzamına kadar hiçbir meselede Atatürk’e karşı en küçük bir itiraz harfi bile yükselmeyen masasında böyle bir cür’eti kim gösterebilmiştir? Başlar ve bakışlar, sesin geldiği tarafa yöneltilir:

Bazılarının tanımadığı saçları aslında kumrala yakın fakat yer yer ağarmış, genç sayılabilecek zayıf bir adam, bu cür’etin sahibidir. Tanıyanlar, onun böyle bir çıkış yapmasına fazla şaşırmamışlardır. Fakat ne olacaktır şimdi? Atatürk, şimşeklerini, fırtınalarını bu adamın, Peyami Safa’nın üzerine yağdıracak mıdır? Kılıç Ali, bu itirazı geri alması veya tatlıya bağlaması için, telâş içinde Peyami Safa’ya kaşla gözle birtakım işaretler yapmaktadır. Recep Zühtü de aynı telâş içindedir. Çünkü Atatürk’ün rahatsız olmaması kendilerinin başlıca vazifeleridir ve bu uğurda canlarını bile ortaya koyacak kadar Atatürk’e bağlıdırlar. Bununla beraber, bir edebiyat adamı, bir gazeteci olarak Peyami Safa’ya da sevgileri, muhabbetleri vardır. Onun Atatürk’ün sözleriyle, daha kötüsü öfkesiyle hırpalanmasını, incinmesini istememektedirler.

Ne var ki Peyami Safa, onların işaretlerini görmezlikten gelmektedir. Atatürk de, “Olmadı Paşa Hazretleri, olmadı efendim!” itirazı üzerine birden, “Hımm…” der gibi bir ses çıkararak susmuş ve bakışlarını bir süre Peyami Safa’nın yüzüne çevirmiştir. Kristal avizelerin parıltılarının yüzlerde garip akisler yaptığı salonda sıkıcı bir sessizlik hüküm sürmektedir. Bu sessizliği, Atatürk’ün beklenilenin aksine sakin suali bozuyor:

“Niçin olmadı Peyami Beyefendi?”

Herkes şaşkın şaşkın Peyami Safa’nın vereceği karşılığı bekliyor. O da gayet sakin, “Olmadı Paşa Hazretleri. Çünkü tarifiniz iptidaî ve kurunu vustâîdir.”

Vay vay vay! Atatürk’ün bir tarifini basit ve Ortaçağ’a mahsus görmek. Kılıç Ali ve Recep Zühtü Beyler, telâş içindedirler. İsmail Müştak’ın yüzünde bir tarafına inme inmiş gibi bir ifade vardır. Atatürk’ün böylesine bir teşhise tahammül edebileceğine en iyimser mizaçlılar bile inanmamaktadırlar. Artık fırtınalar kopacaktır. Aslına bakılırsa, o zamana kadar Atatürk’ün sofrasında böyle bir durumla karşılaşılmadığı için kimsenin bir peşin hükme bağlanmaması gerekir. Çünkü Atatürk, çok sert davranabileceği gibi, pek âlâ çok yumuşak da davranabilir.

Nitekim, zihinlerde dolaşan kötümser ihtimallerden hiç biri gerçekleşmez. Atatürk, “Demek iptidaî ve kurunu vüstâî…” dedikten sonra, en ufak bir sinirlenme belirtisi göstermeden, “Peki, siz tarif ediniz ve dinleyelim Peyami Beyefendi” der.

Peyami Safa, bir konferans veriyormuş gibi ayağa kalkar. Kendisine böyle bir imkân tanıdığı için önce Atatürk’e teşekkür eder. Peşinden de Aristo’dan başlayarak Valery’ye kadar gelen edebiyat anlayışının çağlar içinde geçirdiği değişme ve tekâmülü anlatmak için, bazı yazıları ve şiirleri ezberinden okur.

Atatürk, büyük bir memnuniyet içindedir. Peyami Safa, sözlerini bitirip kendisini başıyla selâmladığı zaman, “Çok teşekkür ederim Peyami Beyefendi” der. “Haklısınız. Benim edebiyat anlayışım Selânik’te ‘Genç Kalemler’ devresine ait. Ayrıca hiç meşgul olduğum da yok. Bizi aydınlattınız.”

Peyami Safa, bu iltifatlara daha büyük iltifatlarla karşılık verir. Atatürk, onu yanına çağırır ve yanında oturmasını ister. Sağ tarafında manevî kızı Nebile Hanım vardır. Bundan sonra söz dil inkılâbına dökülür. Peyami Safa, “tim” ve “dim” üzerinde durur, “içtim, bitirtim” derken Atatürk’ü hayli güldürür.

Sohbet uzun sürmüş ve musıkî faslı başlamış. Atatürk, Peyami Safa’nın alaturka musıkî üzerine söylediklerini dikkatle dinlemiş. Bu arada manevî kızından da birkaç şarkı istemiş.”

(Vecdi Bürün, Peyami Safa ile 25 Yıl, Yağmur Yayınları, 1. Baskı, 1978-İstanbul)