8 Aralık 2010 Çarşamba

Üzeyir Arslan neden “Ben köylüyüm” dedi?

Sürur Öztürk

Yozgat İl Genel Meclisi Başkanı Üzeyir Arslan, önümüzdeki Haziran ayında yapılacak olan Milletvekili Genel Seçimi’nde AK Parti’den Milletvekili olabilmek için aday adayı olacağını açıkladı.

Sayın Arslan’ın Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı kısa açıklama içerisinde benim dikkatimi çeken cümle şu oldu: “Köylü çocuğuyum. Köyden gelmiş birisiyim.”

Sayın Arslan’ın bu cümlesi, Yozgat’ta yıllar öncesine uzanan ve galiba günümüze kadar devam eden bir “köylü-şehirli rekabeti”nin yansıması olarak değerlendirilebilir.

Bu “köylü-şehirli rekabeti”ni, merhum Abbas Sayar, daha önce “Yozgat” gazetesinde “Yozgat var Yozgatlı yok” başlığı altında yayınlanan yazılarından birinde son derece önemli analizlerle anlatıyor. Abbas Sayar’ın “Yozgatlı-Köylü” ara başlığı altında yazdıklarını okuyalım:

“Bu tablo gerçekten trajiktir. Yozgat, oldum olası köylüsü ile efendi bir tablo kuramamıştır. Büyük bir sömürü pazarı sanmıştır Yozgatlı köylüyü… Ve tilki zekâsıyla sömürmüştür. Ermeni ve Rumların bulunduğu sürece onların aracılığı ile geçinenler, onlar gittikten sonra köylünün sırtına binmişlerdir. Faiz, marabaha, ekin ortaklığı alıp yürümüştür. Köylü yorgun, sesi çıkmamaktadır.

- “Allah razı olsun Efendaa… Sen yirmi şinik buğday vermeseydin, tarlalar tümüyle boşta kalırdı…”

Pazardan inek alıp verirlerdi köylüye… “Bak” derlerdi, “Evimin yağı senden.”

Bir kısmı da beş on koyun alırdı:

“Evin yünü, peyniri senden…”

Bağ, bahçe ortaklığı… Bunlar da feri kesilmiş Yozgatlıyı kurtaramadı…

Şehirde “çelikçilik” aldı yürüdü. Hepsi de köylünün üstüne. On kilo yapağını, tiftiğini sekiz kilo getirdiler. Üç kilo yağını iki kilo… Üç şinik arpalarını iki şinik. Sonunda köylü Yozgat pazarına ‘lânet’ çekti. Üç kavunu, otuz patlıcanı, yüz hıyarı pazara getirmez oldular.

“Çürüsün” dediler, tarlalarda. “Bu gâvurlara götüreceğimize, yerde tarlada çürüsün.”

Bu satırları yazarken için için ağlıyordum. Gördüm ve yaşadım. İşin hazin yanı şu: Köylüye bu zulmü yapanlar, ya bir kuşak ya da iki kuşak önce köyden gelenlerdi. Hemen kuşaklarını terk ediyor, unutuyordu; kendilerine göre, şehirli yeni bir kuşak oluyordu… Ve Yozgatlılığı on paraya satıyorlardı. Rezaletler ilçelere sıçramıştı.

- “Yozgatlı mı?” dediler. “Lânet olsun hepsine.” İşin hazin yönü, köylünün diş gıcırdatmasına da kulak asmıyorlardı.

“Al turpu vur Türk’e
Vah turpa, vah turpa”

Evet ve de ne yazık ki, 1946 yılı ve ertesinde Yozgatlı-Köylü ilişkisi bir kara tablo içinde sürdü. Yoksul köylüye on şinik buğday veren, köylünün harmanına sahip çıktı. Bir inek veren, köylünün peynirini, kış yağını istedi. Beş koyun, beş keçi veren, tiftiğini, yapağısını… Yakın köylerden zerzevat getirenler, ellerinde kırk elli kuruşu zor götürüyordu. Patlıcanın yüzü on yedi kuruş. On salatalık on beş kuruş. Domates altmış para. Sekiz kilo üzüm on kuruş.

“Vahit mısır, tintin mısır. Leblebi tanesi, hanım kız eğlencesi. Üçü bir beşliğe mısır.”

Abbas Sayar, yazısının devamında, çocukluğunda bizzat başından geçen bir hadiseyi de naklederek, Yozgat’taki “şehirli-köylü ilişkisi”ni irdeliyor. Yine Abbas Sayar’a kulak verelim:

“Bu güne göre tam elli iki yıl önce Ortaokuldan eve dönüyordum. O zaman Çarşı içinden geçmek ailemizce bize yasaktı. Lise’den çıkınca üst yoldan –bugünkü Hükümet Konağı’nın altındaki yol- evimize gelirdik. O gün nasıl olduysa –belki bir kalem almak için- çarşıya girdim. Çıkışta, yokuşta, Büyük Cami’nin kuzeye göre sağ böğründe beş altı dükkân vardı. En üst köşedeki de bakkal Yakup Ağa…

Onüç ondört yaşındayım. Yolum ordan geçiyor. Baktım, Yakup Ağa’nın dükkânının önünde, eşeğini boynundan tutmuş, şalvar yelek hepsi yırtık, kasketinin serpek kartonu kırılmış, yüzündeki kıllar sakala dönüşen bir köylü.

“Yakup Ağa” diyor, yalvarırcasına: “Ben kötü adam daalim. Şu Kabaktepe (Kel Tepe) gerisindeki bir köydenim. Haftaya yine geleceğim. N’olur, benim tütünümü ver. Haftaya yirmi paranı veririm. Soykaya teryakiyim. N’olur, ver şu tütünü…”

Yakup Ağa, oturduğu minder üstünde yalnız sağ kolunu eli ucunda yavaşça oynatıyor, kaşları çatık, dönük bir bakışla:

“Get bre herif! Beş para kazanacağım tütünde yirmi parayı yele veremem…” diyordu.

Adam, elinde altı tane bir kuruşunu şıkırdatıyor, “Vallaha yokluk ağa, ben namuslu adamım” diyordu.

Yakup Ağa’nın suratı biraz daha ekşiyor, refleksman el kol hareketi yapıyor:

“Ula get, ula get! Benim derdim başımdan aşkın. Bir de seninle mi uğraşacağım? Get, Allah’ını seversen…”

Olayı çok yakından izliyordum. Benim cebimde de altmış para var. Bir iç dürtü ile adama hemen yirmi para verdim. Şöyle bir baktı bana ve yirmi parayı kuruşların önüne koydu. Eşeğin boynunu tutan sol kolunu boşluğa salladı. Yarım adım attı Yakup Ağa’ya doğru ve önündeki sandık tezgâhının üstüne gürültüyle kuruşları vurdu:

“Aha, altı buçuk kuruş” dedi. “Ver benim tütünümü…”

Yakup Ağa, önce kuruşlara baktı, sonra iştahsız iştahsız sol omuz üstündeki raftan bir tütün alıp, tezgâhın üstüne attı. Köylü, hemen aldı paketi. Uysal merkebinin kıçına okşar gibi bir tokat vurdu, merkep yürüdü…

Caminin hemen üstündeki yola birlikte çıktık. Zaten benim evin de yolu bu. Paketi yürür ayak açtı. Hemencecik bir sigara sardı. Yaktı, durdu:

“Yavrum” dedi. “Hızır derler ya, sen şimdi Hızırsın… Köyden habeye (heybeye) bi şinik arpa koydum. Niyetim, gavlim, altı buçuk guruşa satıp, bir tütün alıp köye dönmek… Unpazarı’na geldim. Altıbuçuk guruş verecek bir Allah’ın kulu çıkmadı. ‘Altı kuruş’ dediler, direndiler. Çaresiz verdim altı guruşa… O Yakup gâvuru da merhametsiz çıktı… Gördün olanları… Sen olmasaydın, tütün hasretiylen dönecektim köye. Allah senden razı olsun. Sen Hızırsın… Bir gelişimde seni bulur -evimizi sordu- yirmi paranı veririm.”

Duygulandım, koşarcasına yürüdüm…

Bu olayı iki neden için geçen yazımın konusu ettim.

Birincisi, 1936-1937 yıllarında köylünün içinde bulunduğu ekonomik perişanlık. İkincisi ise, toplumdaki ruhsal ilişki. Kasabalının köylüye bakış açısı.

Yakup Ağa, hareketli elini sallarken, yirmi para borçlanmak için yalvaran köylüye karşı son derece duygusuzdur. Bir insanın acısına yürek kapısı kapalıdır. “Ben de tiryakiyim, param gitse ne olur. Üstelik iyi de ederim. Bir gönül hoş olur” diyecek kadar basit bir yürek hovardalığından, insan yapısı, beyin yapısı yoksundur.

Bir Yakup Ağa değil, cümle çarşı ahalisi, Yakupların aynısıdır.

O devri tümüyle yaşadığımız için, on otuz tablo bütün aydınlığı ile belleğimizde yaşar.

Ne yazık ki, kendi de bir iki göbek önce köylü olan Yozgatlı, köylüyü köyünde ortakçılıklarla sömürdüğü yetmezmiş gibi, çarşıda pazarda da soyma yoluna gitmiştir. Ağır malını hafif getirmiş, sattığını da, dirhem ise okkalaştırmıştır.

Böyle sosyal ekonomik yapıya sahip bir toplum ve ilişkileri elbette insanca olamaz. Orada Rabbaniyet aramak beyhudedir. Her şey şeytaniyet estetiği üzerine kurulmuştur. Sahtekârlık baş tacıdır. Köylü, yoksulluğun, bilgisizliğin, perişanlığın içinde yorgundur. Bilinç altında keskin kamalar bilenmektedir.”

CHP’nin oy hırsızlığı ve köylünün isyanı

Abbas Sayar, köylü-şehirli ilişkisine dair bu ekonomik ve sosyal notları düştükten sonra, konuyu siyasî olarak da ele alıyor.

1946 ara seçiminde, CHP’nin göz göre göre köyden gelen listeleri değiştirip, bağımsız aday Niyazi Ünal seçimi kazandığı halde, CHP adayı Fahri Akgöl’ü milletvekili ilân etmelerinin köylüler üzerindeki etkisini anlatıyor. Toplanan kalabalığın, ‘Belediyeyi ateşe verme’yi bile düşündüğünü, olaylara bizzat şahit olmuş birisi olarak kaydediyor.

Abbas Sayar, Osman Bölükbaşı’nın Yozgat’taki etkisini, şöyle ifade ediyor:

“Bölükbaşı’nın 1946-1948 yılları arası Yozgat ve ilçelerindeki mitingleri, hitabetinin gücü, köylünün kişiliğine eğilişi, tabuları yıkmasıyla, Yozgat’ta büyük bir sosyal heyecanın doğmasına sebep oldu. Olaylar, köylüyü derinden etkiledi.

1- Köylü, bilinç altına yerleşmiş aşağılık duygusundan kendini sıyırmaya başladı.
2- Kendini hor gören, yıllar yılı soygununa, hareketine, alayına sabırla karşılık verdiği Yozgatlı’ya karşı alttan alta diş gıcırdatmasına geçti…
3- Devlet olsun, şehirli olsun, kim olursa olsun, âhını alacaktı. ‘oy’u vardı. Kendinde güç hissetti.

Ve yavaş yavaş alttan güreşmeye başladı. DP’nin 1950’de iktidar olacağı kesin gözüküyordu. Bizimkiler, İl İdare Heyeti’ne üye olma cesaretini göze alamıyor. Ama ilçe, bucak, İdare Heyeti’nde güçlerini sınadılar ve yer yer başarı sağladılar. Tek slogan şu idi:

“Köylü ayağınızın turabı. Geçti o günler. Madem ki her şey oy hesabına tâbi, ben de reyimi kendi milletime veririm. Ak mı, kara mı, orada belli olur…”

“Köylümüzün politikaya ısınması kolay oldu” diyen Abbas Sayar, şunları kaydediyor:

“Laf, söz, köyden köye atladı. Bir cezbe sardı dört bir yönü… Köylülük tutundu ve meyvelerini vermeye başladı. İş, il, ilçe, bucak İdare Heyeti’ne seçilmeden milletvekili seçilmeye sıçradı. Biz bunun en tipik örneğini Eylül 1948 ara seçimlerinde gördük. DP’nin girmediği bu seçime, CHP karşısına hakim Niyazi Ünal çıkmıştı… Daha önce de bahsettiğim, Ünal’ı destekleyen, seçimi il çapında organize eden bir grup kurmuştuk.

Niyazi Ünal, Alıcı Köyü’ndeydi. Cumhuriyetin ilk günlerinde öğretmen çıkmış, sonra kısa devreli hukuk tahsili görerek hakim olmuştu. Kulakları çınlasın, gerçekten iyi yürekli, sağlam bir Yozgatlıdır.

Program gereği Niyazi Ünal, seçim öncesi bütün ilçeleri dolaşacaktı ve öyle oldu. Ama o aralık Niyazi Bey’in köylü olduğu, kulaktan kulağa bütün ilin dört bir bucağına ulaşmıştı. Heyecan ve sempati artmıştı. Ünal’a zar zor bir jeep tutmuştuk. Çiçekdağı’ndan… Sanırım Sorgun ya da Çekerek yönünde oluyor bu olay…

Yolda giderlerken, çift süren bir yaşlı köylü görmüşler… “İnelim, bir hatır soralım”, demiş Niyazi Bey… İnmişler.

- “Merhaba, kolay gelsin. Nasılsın? Ben sizin milletvekili adayınız Alcılı hakim Niyazi Ünal’ım…
- “Aleyküm selâm. Duyduk ismini, köylü imişsin. Şu çift ile bir çizi çek de görelim…”

Ünal, çiftin tutağını tutmuş. “Voohaa” demiş öküze. On yirmi adım bir çizgi sürdürmüş…

Adam, “Pravo” demiş, “Bizdensin… Reyim senin. Sana rey vermeleri için de çevre köyleri kolaçan edeceğim.”

Bu olay da tüm hızıyla ile yayıldı. Köylü:

“Niyazi Bey, bizim adayımız. Bizim ireylerimizin tümceğizi onun…”

Bu olayın nasıl büyük etki yaptığını birinci derecede bilenlerdeniz.

“Anbarda un al, Niyazi Ünal”

Gerçekten, il çapında Ünal’a oy yağdı. Amma ve lâkin, başta İl Tasnif Kurulu olmak üzere bütün ilçeler hırsızlığına irtikâb ettiler. O zaman seçim tasnif kurulları hakim denetiminde değildi. O günü Belediye Başkanı, isimlerini yazmayı şimdi istemediğim CHP kökenli kişiler kurulu oluşturdu. Ben de Ünal’ın temsilcisiydim. Köylerden gelen imzalı seçim listelerini Belediye’nin Başkâtip odasını da değiştirdiler. Birkaç kişi, yeni listeleri baş parmaklarıyla donattılar. Bu 1946 oy hırsızlığının kara bir kopyası oldu.

Evet, bundan sonraki 1950 ve sonrası seçimlerde de köylü adaylr neredeyse çoğunluğunu aldı. Darıcı’dan Ali Ünlüsoy; Fakıbeyli’den Talat Altay; Sarayköy’den Mahmud Ataman; Sorgun’un, Akdağ’ın, Boğazlıyan’ın filan filan köylerinden filan filan kişiler, listelerde boy gösterdiler. Bu iş bir anane halini aldı. Ta son seçimlere dek…”

Merhum Abbas Sayar, siyasette köylü-şehirli rekabetinin tarihî, sosyolojik ve ekonomik sebeplerini böyle özetliyor.

Yozgat Milletvekilliğine talip olduğunu açıklayan Yozgat İl Genel Meclisi Başkanı Sayın Üzeyir Arslan’ın, “Köylü çocuğuyum. Köyden gelmiş birisiyim” demiş olmasını ben bu bakımdan önemsedim.

Eğer Sayın Arslan, ‘Ben köylüyüm’ sözünü bu bilinçle söylüyorsa; yani, ‘Ben köylüyüm ve köylü olduğumu unutmayacağım. Köylünün / çiftçinin yanında yer alacağım, onların hakkını savunacağım’ diyorsa, Yozgat nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler için bunun bir anlamı / değeri / karşılığı olabilir. Eğer samimi ise, desteklenmeyi hak eder.

Fakat tabii ki bu söz, aynı zamanda bir taahhüttür. Kayıtlara geçmiştir ve milletvekili olması hâlinde, sözünde durması beklenir. Siyasette ‘Ben köylüyüm’ demenin ağır bir bedeli vardır; zira köylü perişan durumdadır ve siyasetçilerden dertlerine derman olmalarını beklemektedirler.

Üzeyir Arslan, bir ‘köylü’ olarak, İl Genel Meclisi Başkanlığı’na gelebilmiş, böylelikle de, sadece köylerin değil, bir şehir olarak Yozgat’ın da meseleleriyle hemhâl olmuş durumdadır. Bu durumda Sayın Arslan, “Şehirli oldum ama köylülüğümü unutmadım, bundan utanmadım ve saklamadım. Şimdi bir köylü olarak, köylülerden de şehirlilerden de oy istiyorum” demiş oluyor.

AK Parti Genel Merkezi, seçim döneminde Sayın Arslan’ı milletvekilliği listesine alacak mıdır, alırsa kaçıncı sıraya koyacaktır, bunu da bekleyip hep beraber göreceğiz.

(surur-ozturk@hotmail.com)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

İyi güzel tamamda ne AnkaraD'da Ankara'nın şehirlisi ne İstanbul'da İstanbul'lu ne de Yozgat'ta şehirli kaldı mı ki? Türkiye genelinde köyler boşaldı? Şimdinin sloganı "bende gecekondularda büyüdüm" olsa gerek