Hüseyin Akbaş ve hatt-ı naht çalışmalarından bir örnek |
Hüseyin Akbaş’la, 24-27 Ocak tarihleri arasında İstanbul
TÜYAP’ta gerçekleştirilen Emitt Fuarı’nın hayli gürültülü ortamında, eserlerini sergilemeye
çalıştığı Yozgat standında görüştük. Yozgat Muhabir’in sorularını cevaplayan Akbaş, Yozgat’taki kültür sanat ortamına ve Yozgat’ın kültürel özelliklerinin
tanıtılmasına dair ‘aykırı’ görüşlerini dile getirdi.
Hobi değil meşk…
Hüseyin Akbaş, sanatını “Hatt-ı naht meşk etmek” olarak
tanımlıyor. Bu sanatı öğretmenlik mesleğinin yanı sıra icra etmesinin bir “hobi”
olarak nitelendirilmesini ise kesinlikle kabul etmiyor. “Hobi, bizim yaptığımız
işe karşılık gelen bir kavram değil” diyerek, bu konudaki hassasiyetini ifade
ediyor. Kendisinin bir hattat olmadığını, hatt-ı naht sanatının, hüsn-i hatt
eserlerinin ceviz, ıhlamur, ayos ağaçlarından yapılmış ahşap zemine aktarılması
olduğunu belirtiyor.
Akbaş, bu sanatın Yozgat’ta ne ölçüde bilindiğine ve değer
gördüğüne dair sorumuzu cevaplarken şu açıklamada bulundu:
“Hasan Güneşer, benim ustamdır kendisi, bir sebeple Diyarbakır’da,
Malatya’da uzun bir süre Yusufiye Medresesi’nde (cezaevinde) kalıyor. O süre
içerisinde kendisi önce hatt meşkediyor, daha sonra bu hatları ahşaba aktarıyor.
Cezaevinden çıktıktan sonra da bir-iki sergi açmış. Biz de kendisiyle bir
vesileyle tanıştık. Dizinin dibinde meşk ettik biraz. Yaklaşık 7 senedir bu
sanatla uğraşıyorum. Yozgat’ta yaygın bir sanat değil. Şu an bir ustamız var.
Fiilî olarak bir ben uğraşıyorum, benim de bir iki tane çırağım var. Bir de, başlayıp sonradan bırakmış olanlar var.”
Ah şu modernizm yok
mu!..
Akbaş, Yozgat’ta sadece hatt veya hatt-ı naht sanatına değil genel
olarak sanata olan ilginin hangi seviyede olduğunu sorduğumuzda da şunları söyledi:
“Yozgat’ın durumu Türkiye’deki genel durumdan farklı değil. Modernizm,
insanların algılarını çok değişik yerlere taşıdı. Yoğun bir baskı var
insanların üzerinde. Televizyonun baskısı var, internetin baskısı var, müziğin
baskısı var, paranın baskısı var, bankaların, alışveriş merkezlerinin v.s.
Aslında insan, kendinde olanı fark ediyor değil. Sadece Yozgat’ta değil,
Türkiye’nin her yerinde bu böyle. Bu anlamda böyle bir şey Yozgat’ın umurunda
mı? Değil. Ama biz bu işi seviyoruz. Bu bizimle ilgili. Bir şey bekliyor muyuz,
umuyor muyuz? Hayır, kimseden de bir şey bekleyip umduğumuz yok. Yani bu işi
seven kendisi için sevmiş olur, bizim için değil. Çünkü biz zaten bu işi
yapıyor olmaktan dolayı mutluyuz. Buna başkasının ilgi duyması ya da duymaması
onunla ilgili bir şeydir, benimle değil. Bu işe ilgi duymaktan bir güzellik
doğacaksa ilgilenen kişiye doğacak, bana değil. Böyle bir ilgi beklentimiz yok
yani. İlgi gösterenler kendileri kazançlı çıkmış olurlar. Herhangi bir ekonomik
kaygı, siyasî kaygı, ya da bir gelecek kaygısı taşıyarak yapmıyorum. Zamanı
doğru değerlendirmek adına yaptığım bir meşktir bu. Rabbim yol verirse gideceği
yere gider. Yol vermezse de başkasının himmetiyle bir yere varmaz zaten.”
Bu eserler
pazarlanmaz, kıymetlendirilir…
Hüseyin Akbaş, eserlerinin değerlendirilmesi için “alıcı
bulması” ya da “pazarlanması” tabirlerinin kullanılmasından rahatsız oluyor. “Bunlar
popüler kavramlar ama bizim yaptığımız işe uymayan kavramlar” diyor. Akbaş,
eserlerini nasıl değerlendirdiğini şöyle ifade etti:
“Düğünü olanlara düğün hediyesi, ev alanlara ev hediyesi,
çocuğu olanlara bebek görme hediyesi… Adam geliyor atölyede görüyor, beğeniyor,
‘Buyrun, hoşunuza gittiyse sizin olsun’… Onun dışında, bu tür ortamlar oluyor.
Meselâ biz yaklaşık 20 levhayla geldik buraya. (Emitt Fuarı Yozgat standına)
Bunların içinden 3 tanesi, 5 tanesi alıcı bulmaz. Biz bunları tekrar götürürüz.
Sadece tanıtmış oluruz. Yani bu ticarî bir meta gibi değil. Biz ancak kendi
imkânlarımızla yaptıklarımızı sevdiklerimize hediye ederek değerlendiriyoruz.
Bunun dışında, atölyenin gönüllüleri var. Onlar, bir arkadaşlarına ev görmeye
gideceklerse, gelirler bir miktar hediye takdim ederler, alırlar. Misafiri varsa
ona hediye ederler, v.s. Bu şekilde değerleniyor. Öyle özel bir ortamı yok.”
“Kültür endüstrisi”
kavramı üzerine…
Hüseyin Akbaş’a, kültür unsurlarından maddî gelir elde
ederek ekonomiye kazandırmak anlamında “kültür endüstrisi” kavramını nasıl
değerlendirdiğini de sorduk. Akbaş, “Kültürün kıymetlendirilmesi güzeldir;
fakat kültürün paraya aktarılması, kültürün hafife alınmasıdır. Yani siz, merkeze bunun endüstrisini koyarsanız, ‘bundan nasıl para kazanırım?’ı
koyarsanız, oradan kültür de gider, sanat da gider, aşk da gider, muhabbet de
gider. Geriye para kalır, para hiçbir şeydir” karşılığını verdi ve sözlerini
şöyle sürdürdü:
Hatt-ı naht sanatı,
Yozgat için bir marka olabilir
“Ancak siz bir kültürü meşk eder, kültürü yaşatırsanız, o
kültürün kendisi bir değerdir, parayla ölçülemez. Paraya tahvil ettiğiniz andan
itibaren kültürü tüketirsiniz. Çünkü paranın girdiği yerde ruh çıkar. Kültür
olmaz, sanat olmaz. Hatt-ı naht sanatını ‘kültür endüstrisi’ kavramı içerisinde
düşünebilir miyiz? Ben düşünmem. Bu sanat, o kavram içerisinde düşünüldüğünde
pozisyonu ne olur? Bu, Yozgat için bir marka olur. Çünkü bu sanatın Yozgat’tan
başka bu şekilde yapıldığı başka bir şehir yok. Türkiye’nin tamamını gezmedim.
İnteraktif ortamlara baktım, sergilere katıldım, Eskişehir’de, Bursa’da, Amasya’da,
Sivas’ta bu tür eserlerin sergilendiği ortamları gördüm; kaplamaya bu şekilde
meşk edilen hatt-ı naht yok. Kıl testere ile yapılanı var, blok cevize yapılanı
var; ‘yoktur’ demiyorum ama ben rastlamadım. Dolayısıyla, bu sanat eğer ‘kültür
endüstrisi’ kavramı içerisinde değerlendirilecekse; Yozgat’ın marka olmuş nesi
vardır? Diyelim ki Testi Kebabı vardır, termal hamamları, kaplıcaları vardır, Roma
Hamamı kalıntıları vardır, saat kulesi vardır, Kerkenes harabeleri vardır; ama
bunların dönüştürülmesi durumunda doğacak o bütünün içinde hatt-ı naht’ da
kendine has bir ‘marka değeri’ taşıyabilir. Ayrıca biz, kaplamaya ebru
çekiyoruz. Çerçevelerin bir kısmı ebru çerçeve. Yani ahşaba ebru çekip
yapıyoruz.”
Akbaş, “Ebru kısımlarını kim hazırlıyor?” sorumuz üzerine de,
Sorgun Halk Eğitim Merkezi’nde ebru kursu veren eşinin hazırladığını söyledi. Geçen
yıl Ankara’da düzenlenen ‘Yozgat Tanıtım Günleri’ne de ailece katıldıklarını
kaydetti.
Göstermelik teşhir,
sanatı hafife almaktır
Akbaş, “Bu sanatın geliştirilmesi, yaygınlaştırılması için
resmî kurumların müdahil olmalarını ister misiniz, yoksa ‘bu bir gönül işidir,
kendi mecrasında yürümelidir’ mi dersiniz?” şeklindeki sorumuza da, “Sanat
adına söylenecekse bu benim haddimi aşar; ama kendi adıma söyleyeceksem, lütfen
müdahale etmesinler” diye cevap verdi. “Katkı sağlamak için de olsa müdahale
etmesinler mi?” sorumuz üzerine de, “Katkı sağlamak anlamında şu olur: Bu
sanatın bilinmesi, tanıtılması, anlaşılması, görülmesi güzel bir şey; fakat
bunu yaparken de muhatabı incitmeden bu işi yapmak lâzım” uyarısında bulundu. “Muhatap
neden incinir?” sorumuzu ise şöyle cevapladı:
Hüseyin Akbaş'ın Yozgat standında sergilenen eserleri |
“Ben şöyle incinirim: ‘Yozgat Tanıtım Günleri’ne gittik,
buraya (Emitt Fuarı’na) geldik. Burası dar bir ortam. Şu an Yozgat standı,
Yozgat’ın değerlerini sergilemek için çok dar bir ortam. Ben 20 tane levha
getirdim. Levhalarım üst üste. Bunları teşhir etme imkânım bile yok. Yani ‘Biz
sadece göstermelik olarak 3-5 levhayı aldık getirdik, geri götüreceğiz. Yozgat’ta
böyle bir şeyler varmış…’ Bu mudur yani?.. Bu, beni (sanatçıyı) hafife
almaktır. Buraya davet edilmem nezakettir, güzelliktir; ancak buradaki bu ortam…
(Üst üste duran levhaları göstererek) Yani şu görüntü size hitab ediyor mu? Siz
olun da burada anlatın (bu sanatı), ne anlatacaksanız… Fizikî yetersizlik var. Bu,
devlet kurumlarıyla ya da onları temsil eden insanlarla ilgili bir durum değil.
Ben, kendim, şahsî olarak katılmak istesem bu fuara katılabilir miyim? Hayır,
benim imkânım yetmez, gelemem ben buraya. Buna vesile oluyorlar, eyvallah, çok
güzel bir davranış; ama buradan bir güzellik çıkacaksa, bu güzelliğin de
kıymetlendirilmesi gerekiyor. Bunu söylemeye çalışıyorum.”
Sanatımız, sergilenen
eserlerle değil,
sergiyi açanın ismiyle haber oluyor
sergiyi açanın ismiyle haber oluyor
Akbaş, yerel basının kültür ve sanata olan ilgisini yeterli
bulup bulmadığına dair sorumuz üzerine de, Ali Tavşancıoğlu’nun daha önce çıkardığı
Şehriyar dergisinin kendisiyle mülâkat yaptığını, sergiler düzenlendiğinde
yerel basının haber yaptığını söyledi. Bir sitemde bulunmayı da ihmal etmedi: “Yalan
yanlış bir şeyler yazıyorlar oraya. Sanatın ne olduğunu bilmeden, ayrıntısını
bilmeden bir şeyler yazıyorlar. Aslında orada yazdıkları biz değiliz. Diyelim
ki sergi ortamına onlar için kıymetli bir insan gelmişse; ‘Milletvekili (…),
Hüseyin Akbaş’ın naht sergisini açtı’ (şeklinde başlık koyuyorlar…) Hüseyin
Akbaş kim? Milletvekili (…)’ın önemsettiricisi… Yani benim sergim, ancak açılışına
bir milletvekili gelirse değerli (!) Bir çeşni oluyoruz yani… Müstakil olarak
benim (sanatçının) bir kıymeti yok. Buraya naht sanatı davet ediliyor,
eyvallah, güzel; bu başka bir şey; fakat buraya birileri gelecek diye naht
sanatının getirilmesi başka bir şey. Aslında bu işler kimsenin umurunda değil. Sanat
kimsenin umurunda değil. Sanatçılık, sanattan doğan incelik, kimsenin umurunda
değil. Bunların hepsi görüntüden ibaret. Yani biz sadece hadiseye fon teşkil
ediyoruz. ‘Aa ne kadar güzel! Ne kadar güzel yapmışsınız!’... Peki ondan
sonrası?..”
Naht sanatının
kültürel ortamı yok
Hüseyin Akbaş’a, Sorgun özelinde ve Yozgat genelinde sanatla
uğraşan insanların birbirleriyle olan kültürel irtibatlarının hangi seviyede
olduğunu da sorduk. Akbaş, şunları söyledi:
“Öyle bir ortam olmadığı için benim kendi adıma öyle bir
kültürel alışverişim yok. Ancak atölyemizi ziyaret eden arkadaşlarımız var,
resimle uğraşan. Renk uyumları, kesimler konusunda destekleri var. Sivil toplum
anlamında soruyorsanız, ya da ayın ya da haftanın muayyen günlerinde bir araya
gelip sohbet etmeyi kast ediyorsanız, böyle bir şey yok. Onun dışında Sorgun’da
sanatçılarla müşterek bir çalışmamız yok. Yozgat’takilerle de yok.”
Kün Edebiyat’tan
besleniyoruz
Akbaş, hatt-ı naht sanatı dışında edebî ortamlara dair
sorumuz üzerine de ‘Kün Edebiyat’ dergisinin Yayın Kurulu’nda yer aldığını, her
sayısında bir denemesinin yayınlandığını, Yayın Kurulu ile ayda bir kere
toplanıp dergi gündemini değerlendirdiklerini belirtip, “Orada verimli bir
ortam var. Siyami Yozgat ile görüşüyoruz, Celâl Kapusuzoğlu ile görüşüyoruz, Ömer Faruk Ünalan ile, Mehmet Ali Çakır ile, Ercan Köksal ile, Mustafa Çiftçi ile görüşüyoruz. Ali Bey (Tavşancıoğlu) zaten
bizim demirbaş…” dedi. “Bu ortam verimli bir ortam mı? Kültürel olarak sizi besliyor
mu?” sorumuza da “Kesinlikle. Özellikle dergi ortamını çok verimli buluyorum.
Dergi ortamı çok iyi. Bir de yayınevi kuruldu, benim de oradan, Kün Yayınevi’nden
‘Çisenti’ isimli bir şiir kitabım çıktı” karşılığını verdi.
Kimseden bir
beklentim yok
Hüseyin Akbaş, bir sanatçı olarak kendisinin duruşunu “Hiç
kimseden hiçbir şey beklemediğim için, hiç kimseyi de şikâyet etmem. Hiç
kimseden hiçbir şekilde rahatsız değilim” diyerek özetledi ve şu notu düştü:
“Çünkü benim geçimim bu işe bağlı değil. Öğretmenlik yapıyorum. Ben, Allah rızası için, zamanı kıymetlendirmek adına meşk ediyorum. Bundan bir şey olacaksa da benimle ilgili bir şey olmayacak. Bunu yapanla ilgili bir şey olacak. Yoksa benim, ‘Beni alsınlar, getirsinler, götürsünler, levhalarımı alsınlar, zengin olayım’ diye bir beklentim yok.”
“Çünkü benim geçimim bu işe bağlı değil. Öğretmenlik yapıyorum. Ben, Allah rızası için, zamanı kıymetlendirmek adına meşk ediyorum. Bundan bir şey olacaksa da benimle ilgili bir şey olmayacak. Bunu yapanla ilgili bir şey olacak. Yoksa benim, ‘Beni alsınlar, getirsinler, götürsünler, levhalarımı alsınlar, zengin olayım’ diye bir beklentim yok.”
Tepeden mağrur bir
ses: Bunları sen mi yapıyorsun?
Akbaş, bu vesile ile bir rahatsızlığını da şöyle dile
getirdi:
“Adının önünde unvan olan insanların kaba konuşmalarından,
bana ‘sen’ diye hitab etmelerinden bile rahatsız oluyorum. ‘Bunları sen mi
yapıyorsun?’ … Bu bir bürokrat olabilir, bir devlet adamı olabilir, bir
milletvekili olabilir… ‘Sen’ kim? Ona göre ‘bu işle uğraşan bir amele’ yani… ‘Sen’
ne demek yahu? Var mı böyle bir şey? ‘Ustam, bunları siz mi yapıyorsunuz?’
başka bir şey, ‘Bunları sen mi yapıyorsun?’ başka bir şey… Ortalama bir insan
bana ‘sen’ diye hitab ettiğinde buna tepki verirken, adının önünde birtakım
unvanlar olan insanlara boynumuzu büküyoruz… Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu
anlayıştan bir şey olmaz. Sanat, aşkınlığı arar, aşkınlıkla uğraşır. Siz, aşkın
olanı günlük olanın peşine düşürürseniz, o iş yanlış olur. Aşkın olanın önünü
açmak lâzım. Zaten sanat bu âlemle uğraşmıyor ki. Şiir de öyle, edebiyat da
öyle, roman da öyle, hatt da öyle, naht da öyle, resim de öyle, müzik de öyle.
Yani bir müzisyen, A insanının önemsettiricisi olmasın yani…”
Emaneti muhafaza
ettin mi ki şikâyet ediyorsun?
Hüseyin Akbaş’a, gençlerin, eski kuşağın Yozgat’a pek bir
şey kazandırmadığını düşündüklerini hatırlatarak, Yozgat’ın istikbalini
temsil eden bu yeni nesli nasıl değerlendirdiğini de sorduk. Akbaş, bu konudaki
düşüncelerini de şöyle dile getirdi:
“Bu ‘bize bir şey bırakmadılar’ şikâyetini, eleştirisini
kabul etmiyorum. Biz, bize bırakılana sahip çıkmadık. Bu nesil sahip çıkmadı.
Yani o, ipe un sermek. ‘Bizden önceki Yozgatlılar bize bir şey bırakmadı’ falan
filan… İpe un seriliyor yani. Yozgat’ın kendi değerleri Yozgat için önemli
değil. Siyami Yozgat adından bahsettiniz. Şu an Yozgat’ın yaşayan en ciddi
yazarlarından bir tanesi. Yozgat’ta hangi okul, hangi sivil toplum kuruluşu,
Siyami Yozgat’ı çağırıp da onun hikâyesini dinlemiş ondan? Abbas Sayar, öldü
gitti; Yılkı Atı’nı okuyan kaç tane Yozgatlı var? ‘Bize bir şey bırakmadılar’… ‘Bir
şey’den anlaşılan ne? ‘Babam bana fabrika bırakmadı’… Fabrika bırakacaktık da,
Çerkes Ethem, bütün paraları aldı götürdü. Öyle değil mi yani? Yozgat isyanında
Çerkes Ethem, 10 kilometre uzunluğunda koyun sürüsü götürdü Yozgat’tan.
Tenekelerle altın götürdü. Bunlar gitti Yozgat’tan. Modern kafanın anladığı, ‘Bize
ne bıraktılar? Para bırakmadılar. Babam bana bir şey bırakmadı. Büyüklerimiz
bize bir şey bırakmadı’… Bunu kabul etmiyorum. Böyle bir şey yok.
Gençler yolsuz... Modernizm onları zıvanadan çıkardı...
‘Bugünkü gençlere bakarak Yozgat’ın 30 sene sonrasını nasıl
görüyorsunuz?’ sorunuza gelince, iki tane yol var: Birisi, modernizmin bütün
kurum ve kuruluşlarıyla, kapitalizmin bütün kurum ve kuruluşlarıyla
işletildiği, kesinlikle zıvanadan çıkmış bir nesil. Diğeri de, bunu erkenden
okuyup, hayatına doğru bir yön verebilecek bir insan tipi. İki yol var.”
Akbaş, ‘Gençlerin çoğunluğunun hangi yolda olduğunu
düşünüyorsunuz?’ sorumuza, “Şu anda gençlerin çoğunluğu yolsuz. Ahlâki olarak
yol yok, kültürel olarak yol yok, dinî olarak yol yok, örfî olarak yol yok,
ideolojik olarak yol yok. Şu anki gençler, bir yol üzere gitmiyorlar zaten. Yol
yok ortada” diye karşılık verdi. ‘Yol gösteren mi yok, yoksa onlar mı yola
gelmiyor?’ sorumuzu ise “Yol gösterenler, yol göstermesi gerekenler değil. Yol
göstermemesi gerekenlerin yolsuzluğunda gidiyor gençler. Gidilmesi gereken yol
da kimsenin umurunda değil” diye cevapladı.
Sanatta yerellik…
Hatt-ı Naht sanatçısı Hüseyin Akbaş’a, ‘Yerel değerlerin
yaşatılması için sanatçıların, eserlerinde kendi yörelerinin kültürel motiflerini
kullanarak genele yansıtmaları gerektiği’ görüşüne katılıp katılmadığını da
sorduk. Akbaş, bu konudaki görüşünü şöyle dile getirdi:
“Ben, yerelliğin muhafaza edilmesi gerektiği görüşüne katılıyorum.
Yerel özelliklerini muhafaza etsin. Ancak eğer sanat denen ciddi bir işle
uğraşılıyorsa, o yerellik içerisinde uğraşılan iş, zaten kendini taşıyacağı
yere taşır. Yani herhangi bir müdahaleye gerek yok. Bu iş eğer bir ‘şey’ ise,
güzel bir şey ise o, er geç gönüllerde bir karşılık bulur; ama bunu birtakım
endişelerden dolayı yapıyorsanız, orada zaten bir sunilik var. Oradan bir
güzellik çıkmaz.”
Tanıtmak mı, tüketmek
mi?
Akbaş, yerel kültür unsurlarının, tanıtım amacıyla ve çeşitli
etkinlikler vasıtasıyla başka şehirlere taşınması konusunda da yaygın kanaatten
farklı görüşler taşıyor:
“Rahmetli Kazancı Bedih, Sıra Gecelerinin pîri. Televizyon
kanallarından bir tanesi Türkiye’ye taşıdı, şöhret oldu, bütün kanallar Sıra Gecesi
programları yaptılar; Kazancı Bedih, evinde sobadan sızan gazdan zehirlenerek
öldü ve kimsenin umurunda olmadı. ‘Sıra Gecesi’ kültürü Türkiye’ye mi yayıldı,
yoksa ‘Sıra Gecesi’ kültürü, Türkiye nezdinde tüketildi mi? Önce bunun bir
ayrımını yapmak gerekiyor. Yapacağınız işte kalite yoksa, bir ekonomik kaygıdan
dolayı yapılmışsa, o işi yapmamakta fayda var. ‘Çiğ köfte’ bugün Türkiye’nin
her yerinde yeniyor. Bu iyi bir şey mi? Bunu düşünmek lâzım. Yani bir insanın
Mardin taş evlerini başka bir şehirde bir sergi salonundaki tablolarda görmesi
başka bir şey, gidip Mardin’de bizzat kendisini görmesi başka bir şeydir. ‘Dünya
iletişim çağı yaşıyor, herkesin her şeyden haberi olsun, herkes her şeyi yesin,
içsin, gezsin, görsün’ kafası, bir kirliliğe sebep oluyor bence. Yani onu gören
kafada ayırd edicilik kalmıyor. Biz, Yozgat’ı İstanbul’a taşıdık. Bu standı
binlerce insan görecek. Kaç kişinin kafasında bir ‘Yozgat’ kalacak? Buraya
gelen bin kişiden bir kişi belki ‘Yozgat’ın bir standı vardı da orada hatt-ı
naht meşk etmişlerdi’ falan… Ama Yozgat’a gelip, Yozgat’ı Yozgat’ta gören,
Çamlık’a çıkıp bir Testi Kebabı yiyen insanın aklından Yozgat çıkar mı bir
daha?”
Ancak ne aradığını
bilenler Yozgat’ta birşeyler bulabilir
Akbaş, Yozgat’ı Yozgat’ta görmek isteyenler için de bir
hazırlık olmadığı kanaatini taşıyan, Yozgat’a gidip de ‘hiçbir şey yokmuş’
diyerek dönen pek çok kişi olduğunu hatırlattığımızda ise şu değerlendirmede
bulundu:
“Onlar, ipe un seriyorlar. Algıda seçicilik var. Ne arıyorsunuz Yozgat’ta? Yozgat’a gidip deniz ararsanız, bulamazsınız. Yozgat’a gidip plaj ararsanız, bulamazsınız. Yozgat’a gidip ‘Adana Kebabı’ ararsanız, bulamazsınız. Yozgat’ta ne aradığınıza bağlı. Biz, herkese her şekilde hitab etme zorunluluğu taşıyan insanlar değiliz. Benim daha önceki sergimin bir sloganı vardı: ‘Gelen görmesin, görmek isteyen gelsin’. Biz, herkese hitab etmek zorunda da değiliz ki yani. Yıkanacak mı? Hamamı bilir yahu… Sarıkaya’ya gider, Sorgun’a gider… Ne amaçla geliyorsunuz Yozgat’a? Gelen, niye geldiğini biliyor mu? Herkes kafasına göre söylüyor işte; ‘Yaa Yozgat’a gittik, yemek yiyebileceğimiz doğru dürüst bir yer yoktu’ falan… ‘Yozgat bize neyi sunuyor?’ falan… Ne istiyorsun kardeşim? Bunu diyen, ne istediğini biliyor mu?”
Akbaş, ‘Ne istediğini bilenler, Yozgat’ta aradıklarını
bulurlar mı?’ sorumuza da şu karşılığı verdi:
“Ne istediğini bilenler, istediklerinin Yozgat’ta olduğunu öğrenirler;
ama istediklerinin bazılarının Yozgat’ta olmadığını da bilmeleri gerekiyor. Bu,
ziyaret eden, gezen insanın niteliği ile de ilgili bir şey. Biz, her söz
söyleyenin her dediğine itibar etmiyoruz. Yani şimdi biz, terminale bir halk
oyunları ekibi kuralım, giydirelim de 24 saat herkese ağırlama mı çekelim yani?
Bizim düğünümüzü görmek istiyorsa, bir köyümüze gider misafir olur. Hem adamı 3
gün yedirir içirirler, hem de düğünü görür yani. Adam Yozgat’a gelecek diye
terminale düğün alayı mı koyalım yani? Nasıl halay çekeriz, bunu görsün, diye… Biz,
kendimizde olan değerlerin değerlerini muhafaza ederek bir şeyler
yapabileceksek bir kıymeti var. Yoksa ticarî oluyor hadise. Sunacağız mı
neyimiz varsa herkese? Kardeşim, bazı şeyleri de sadece Yozgatlılar bilsin. Her
şeyi herkesin bilmesi gerekmiyor ki. Kirletmeyelim ve tüketmeyelim. Bazı şeyler
de bize özel kalsın yahu!.. Ağırlamayı biz çekelim. Ağırlamanın nasıl
çekildiğini herkes görse ne olacak? Ağırlama mı çekecek benimle beraber? Çekmeyecek.
‘Aa ne kadar güzel! Yozgatlılar ne kadar güzel halay çekiyor!’… Bu bir şey mi
yani?”
(Yozgat Muhabir)
2 yorum:
ustam, nabzımın atmasının saiklerinden... Baykara meclisinde yapılan uzun sohbetlerden birinde gibiyim geldi. Sert, keskin, hatlar ve safların belli olduğu... Yüreğine sağlık ama sert. Başlayıp bırakanlardan oğuzhan
yozgatta yaşayan biri olarak hüsnü hat sanatını öğrenmek istiyorum ve böyle değerli bir hocamız varken de istifa etmek isteriz.. bu konuyla alakalı olarak da ilgilenirseniz sevinirim kendi adıma.. şimdiden ALLAH razı olsun..
Yorum Gönder