1 Ocak 2012 Pazar

Kurşunun nereden geldiğini bulmak

Sürur Öztürk

AB ile ABD arasındaki ölümcül mücadele, ‘Kürt sorunu’ üzerinden daha önce Habur’da kendini göstermişti, şimdi de Uludere’de gösterdi. 35 vatandaşımız, kaçakçılık yaptıkları Irak sınırında, terörist zannedilerek öldürüldü. Bölgede siyasî hava gergin. Peki, ne oluyor? Olup bitenlerin siyasî anlamı ne?

ABD, Ortadoğu’yu bütünüyle ele geçirip, AB’yi enerji alanında kendisine bağımlı kılarak etkisiz bir birliğe dönüştürmeye çalışıyor. İran’a saldırıp, dünya Müslümanlarının İran’ın yanında yer almasına sebep olmak da istemediği için, bölgede bir Şii-Sünni çatışması çıkararak, Arap ülkeleriyle İran’ı karşı karşıya getirmenin hazırlığını yapıyor.

Peki bu durumda Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ne olacak? ABD Irak’ı işgal ettiğinde, Sünnî Araplar da Şii Araplar da çok büyük zarar gördüler. Bu işgalden zarar görmeyen tek topluluk Irak’taki Kürtler oldu. Çünkü ABD, onları himayesi altına almıştı. Bu sebeple, bölgede Kuzey Irak’taki Kürtleri Sünniler de sevmiyor, Şiiler de. Üstelik, Kuzey Irak’ın sırtını dayadığı ABD ordusu da Irak’tan çekildi ve oradaki Kürtlerin sığınacakları bir güç de kalmadı. Hâlihazırda diken üstündeler.

Bu durumda, Ortadoğu’da bir Şii-Sünni çatışması çıkıp ortalık toz duman olduğunda, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin sığınabileceği tek ülke Türkiye… Dikkat ederseniz, bu gerçeğin farkına varan Kuzey Irak Yönetimi, uzun zamandan beri Türkiye ile oldukça iyi ilişkiler içerisinde olmaya özen gösteriyor… Daha önce Avrupa’ya yakınlaşmaya başlayan Irak Kürt liderleri de, ABD’nin baskısı sonucunda Avrupa’dan uzaklaşmış gözüküyorlar.

İngiltere başta olmak üzere, Avrupa Birliği (AB) ise bu ittifaktan rahatsız. Türkiye’nin kendilerine karşı ABD ve Rusya ile ittifak hâlinde olmasını, Kürtleri de yanına alarak tam bir karşı cephe oluşturmasını istemiyor. Bu durumda uygulanabilecek en etkili strateji, Kürtlerle Türklerin bütünleşmesine engel olmak. BDP de Avrupa politikalarını uygulayan bir parti olduğu için, bu ayrışmayı körüklemek için elinden gelen her şeyi yapıyor.

Kürtlerin sıkıntıları, ne BDP’nin umurundadır, ne de Avrupa’nın. Türkiye’de Kürt meselesi, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi, dünyanın yönetimini ele geçirme savaşında kullanılan bir malzemeden başka bir şey değildir.

Olayları böyle değerlendirdiğimizde, şunu görüyoruz:

Hükümetin ‘Kürt açılımı’ stratejisi, Avrupa’nın Türkiye’yi bölme stratejisine karşı geliştirdiği bir karşı hamleydi. Bu sebeple de, Amerika karşısında Avrupa politikalarını uygulayan BDP de MHP de bu açılıma karşı çıkarak, Türklerle Kürtlerin bütünleşmesine engel oldular.

Kendilerini ‘milliyetçi’ olarak tanımlayan tabandaki kitle de bu zokayı yuttu ve ‘Kürt açılımı’na karşı çıkarak, farkında olmadan Kürt-Türk ayrışmasına destek oldu… (Bu, Yozgat’ta da böyle oldu. Muhalefet partilerinin Yozgat teşkilatlarının yanı sıra, Yozgat Şehit Aileleri Derneği bile her fırsatta ‘Kürt açılımı’na karşı olduklarını beyan ederek, farkında olmadan Kürt-Türk ayrışmasına katkı sağladı ve yine hiç farkında olmadan, Avrupa’nın ayrıştırma siyasetine destek vermiş oldu…)

Habur olayı, Avrupa’nın AK Parti’ye karşı kurduğu bir tuzaktı ve ‘Kürt açılımı’nı etkisiz hâle getirmeyi amaçlıyordu. Bu amaçlarına da ulaştılar. Avrupa, önce BDP kanalıyla bölge halkını organize edip, teslim olan teröristler için çok kalabalık bir karşılama töreni düzenletti, sonra da kendi nüfuz alanındaki televizyon kanallarının bu töreni canlı olarak yayınlamalarını sağlayarak, toplumda infial oluşmasını sağladı. Büyük gazeteler de bu infialin çoğalmasını sağlayacak yayınlarla, Avrupa’nın stratejisine destek verdiler. Sonuçta, ‘Kürt açılımı’ artık telâffuz edilemez hâle geldi ve ilk raundun galibi Avrupa oldu.

Sonra, PKK’nın şehir yapılanması olan ve Avrupa’nın kontrolünde olduğu düşünülen KCK’ya karşı operasyonlar başladı. AK Parti Hükümeti, liberal gazetecilerin bütün medya baskısına rağmen, KCK operasyonlarına devam etti. Üstelik, AK Parti içinden yeniden ‘Kürt açılımı’ sesleri yükselmeye başladı. Bunun üzerine Avrupa, ikinci bir hamle daha yaptı. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki bazı mekanizmalar yoluyla askerlerimize yanlış istihbarat verdirmek suretiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Şırnak Uludere’de 35 vatandaşımızı terörist zannederek öldürmesine sebep oldu. Böylece, Kürtlerle devleti yeniden karşı karşıya getirerek, Türklerle Kürtlerin bütünleşmesini bir kere daha engellemek, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve devleti de ‘Kürt düşmanı’ durumuna düşürmek istedi. Taraf gazetesi de “Devlet halkını bombaladı” manşetiyle, Türkiye’ye karşı kurulan bu tuzağa katkı sağlamış oldu.

Taraf, AK Parti karşıtı değil ama sıkı bir Erdoğan karşıtı. Anlaşılan, Erdoğan’ın kontrolünden çıkan ve rotasını Avrupa’ya çeviren bir AK Parti oluşturmak istiyor…

Peki, başta bizzat Başbakan Erdoğan’ı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef tahtasına koyarak Türkiye’ye böyle bir tuzak kurulurken, Türkiye’nin müttefiki olan ABD neden müdahale etmedi?

Benim anladığım kadarıyla ABD de, “Eğer terörle mücadeleyi çok daha dikkatli bir şekilde sürdürmezsen, işte böyle Avrupa’nın tuzağına düşer, kendi vatandaşlarınla karşı karşıya gelirsin” mesajı vermek istiyor...

Önümüzdeki 2015’e kadar uzanan dönem, hem yeni Anayasa’nın hazırlanacağı, hem mahallî idareler seçimlerinin yapılacağı, hem yeni Cumhurbaşkanının seçileceği, hem de Erdoğan’dan sonra AK Parti’nin başına geçecek yeni ismin, yani yeni Başbakanın belirleneceği son derece hassas bir dönem.

Peki, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, acaba rotasını hangi ittifaka çevirecek? ABD-Rusya ittifakına mı, yoksa AB ittifakına mı?

Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusu, uzun zamandan beri Türkiye’nin gündeminden çıkmıştı. Yukarıda özetlemeye çalıştığım sebeplerle, Türkiye’de medya, siyaset, bürokrasi ve iş dünyasının AB kanadı, önümüzdeki dönemde AB üyeliği konusunu yeniden Türkiye’nin gündemine oturtmaya çalışacaktır.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının, Başbakan Tayyip Erdoğan ise ABD-Rusya ittifakında yer almasının Türkiye için daha hayırlı olacağını düşünüyor.

Yanlış anlaşılmasın; ben bunu kesinlikle ve kesinlikle ‘Gül Avrupa’nın, Erdoğan da Amerika’nın adamıdır’ anlamında söylemiyorum. Fakat görüyorum ki, Türkiye’nin hayrına olacağını düşündükleri uluslar arası ittifaklar konusunda birbirlerinden oldukça farklı tercihlerde bulunuyorlar. Bu sebeple olsa gerek ki, Erdoğan ABD’de çok iyi karşılanıyor, Gül de İngiltere’de…

Bu ayrışma sebebiyle de, Gül’ün yeniden Cumhurbaşkanı olmasını isteyenler, ‘görev süresi 5 yıldır, yani tekrar seçilebilir’ derken, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını isteyenler de ‘görev süresi 7 yıldır, tekrar seçilemez’ diyorlar.

Yani, mesele Gül ya da Erdoğan meselesi değil, Türkiye’nin rotasının hangi ittifaka yöneleceği meselesi. Mevzu, küresel ölçekte ve hayli derin…

Mesele sadece Cumhurbaşkanı seçimi de değil. Türkiye’yi yöneten iktidar partisinin başına kim geçecek, kim Başbakan olacak? Yani AK Parti, rotasını hangi istikamete çevirecek?

Şu anda AK Parti’nin bir kısmı AB ittifakına, diğer bir kısmı da ABD-Rusya ittifakına yakın duruyor. Erdoğan Cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya çıkarsa, geride bıraktığı AK Parti nereye gidecek? Davulcuya mı, zurnacıya mı?

Özal, her ne kadar ABD’nin küreselleşmeci kanadına yakın dursa da, nihayetinde ABD ittifakı içerisindeydi. Onu Çankaya’ya gönderip, ANAP’ın başına da Mesut Yılmaz’ı geçirdiler. Mesut Yılmaz, Almanya ile kuvvetli ilişkiler içerisindeydi ve partinin rotasını Avrupa’ya çevirmişti. Yani, partinin lideri değişince, ANAP’ın uluslar arası rotası da değişmiş oldu. Sonra, Mesut Yılmaz’ın Diyarbakır mitinginde söylediği o meşhur “Avrupa Birliği’ne üyeliğin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de kızdırdı çünkü ordunun rotası AB değildi. Bunun üzerine AK Parti kuruldu ve ANAP’ı yok ederek ilk seçimde iktidara geldi. Böylece, Türkiye’nin rotası yeniden ABD ittifakına çevrilmiş oldu…

Şimdi, Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa, geride bıraktığı AK Parti, rotasını nereye çevirecektir?

Anladığım kadarıyla, bugün itibariyle Avrupa politikalarını uygulayan MHP ve CHP, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına engel olamayacaklarını anlarlarsa, onun Cumhurbaşkanı olmasına destek verip, o gittikten sonra, kendileri iktidara gelmek için uğraşmak yerine, AK Parti’yi ele geçirerek Avrupa politikası uygulayan bir partiye dönüştürmeye çalışacaklardır. Bu bakımdan, çok yakın bir gelecekte, AK Parti’de bir ayrışmanın işaretleri kendini gösterebilir…

Kuvvetle muhtemeldir ki, uluslar arası mücadeleden dolayı önümüzdeki aylarda sarsıntılı bir süreç yaşamaya başlayacağız. Ben, birtakım sıkıntılara rağmen Türkiye’nin ciddi bir ekonomik kriz yaşayacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü Türkiye, yukarıda anlatmaya çalıştığım savaş kızıştığında doğacak enerji sıkıntısından zarar görmemek için, daha şimdiden alternatif enerji anlaşmaları imzalıyor. Yani Türkiye, ekonomik savaşa sessizce hazırlanıyor ve tedbirlerini alıyor…

Yaşayacağımız sıkıntı, daha çok siyasî çalkantılar şeklinde olacaktır. Sokak eylemlerinde de artışlar meydana gelecek, üniversitelerde ve bazı sivil toplum kuruluşlarında hareketlenmeler yaşanacaktır. İnsanı canından bezdirecek siyasî tartışmalar yaşayacağız. Ben kendi adıma, daha şimdiden kimin neler söyleyeceğini tahmin edebiliyorum…

Şüphe yok ki, AB de ABD de, Rusya da, Çin de, tabii olarak kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmezler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mevcut şartlarda hangi ittifak içerisinde yer almanın Türkiye’nin menfaatine olacağına karar verecek ve rotasını ona göre belirleyecektir. Bunun kolay olmayacağına kuşku yok; fakat ben bu rotanın AB’ye yöneleceğini hiç zannetmiyorum. Türkiye, rotasını ABD-Rusya ittifakına çevirecektir. Bu arada, AB’deki ekonomik kriz daha da derinleşecek, sonra da ABD ve Rusya’nın rakibi olan Çin’e uzanacaktır.

Tekrar hareket noktamıza dönecek olursak, eğer olağanüstü bir gelişme olmazsa, bütün karşı hamlelere rağmen, önümüzdeki dönemde Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Türkiye’ye daha da yakınlaşacağını, PKK’nın giderek daha da etkisiz hâle getirileceğini, Türklerle Kürtler arasındaki suni ayrışmanın giderek azalacağını; Avrupa’nın, amacına ulaşamadan yenilgiye uğrayacağını öngörebiliriz. Tabii pek çok sarsıcı olaydan sonra…

Yozgat özelinde bir değerlendirme yapmak gerekirse de şunu söylemek isterim:

Önümüzdeki bu hengâmeli, çalkantılı, sarsıntılı dönemde, Yozgatlı siyasetçiler, büyük çaplı hizmet imkânı bulamayabilirler. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in, espriyle karışık da olsa, anayasa çalışmalarından bunaldığını ve Müslüm Gürses dinleyerek rahatladığını söylemesi, sıkıntının boyutlarını göstermesi bakımından önemli.

Peki, Yozgat’ın beklediği hizmetler ne olacak? Rutin çalışmalar aynen devam edecek, başlanmış olan projeler ilerleyecektir. Fakat, doğrusunu söylemek gerekirse ben bu dönemde Yozgat’a sıçrama yaptıracak büyük çaplı hizmetler gerçekleştirileceğini zannetmiyorum.

Bu çalkantılı dönemde Yozgat’taki sivil toplum kuruluşları mümkün olduğu kadar siyasallaşmaktan, kısır çekişmelerin içine düşüp vakit kaybetmekten uzak durmalı, Yozgat’ın meseleleriyle ilgilenmelidirler. Zira, yakında başlayacak olan hararetli mücadele döneminin sonucu aslında şimdiden bellidir. Heyecana ve telâşa kapılıp elimizi işlerimizden çekmeyelim.

Önümüzdeki dönemde, bütün provokasyonlara rağmen, bütün vatandaşlarını kucaklayan, daha demokratik ve daha güçlü bir devlet ve daha güçlü bir ordu göreceğiz. Adaleti gözettiği müddetçe, devletin gücü, milletin gücüdür…

Bizler, sokaktaki sıradan vatandaşlar olarak, yurt dışında kurulan tuzaklara düşmeyelim, birliğimizi beraberliğimizi bozmayalım ve Yozgat için ne yapabileceksek, o istikamette işimize gücümüze bakalım…

Herkes, önce kendi şehrinin kalkınması için çaba harcarsa, bu aynı zamanda Türkiye’nin güçlenmesi için çaba harcamak demek olacaktır. Türkiye güçlenmediği müddetçe de, kendisi ittifak kuran değil, sadece başkalarının kurduğu ittifaklara dâhil olan bir Türkiye olarak kalır. Osmanlı Devleti böyle değildi…

(sururozturk@gmail.com)

Hiç yorum yok: