28 Ağustos 2013 Çarşamba

Abdülhamid İslâmcılara neden mesafeliydi?

Prof. Dr. İsmail Kara
“2. Abdülhamid, özellikle Mısır menşeli İslâmcılık hareketlerini İngilizlerin kontrol ettiğini düşündüğü için, bunların İstanbul’daki ve Türkiye’deki karşılıklarına çok ciddi bir tavır alıyordu.”

(Prof. Dr. İsmail Kara)


Suriye, Mısır, Türkiye ve İslâmcılık

Sürur Öztürk

Suriye ve Mısır’da yaşanan derin acılar, yüksek vicdan sahibi Türk Milleti’ni de derinden etkiledi. Anadolu insanı, vahşi bir katliama dönüşen zulüm karşısında, ‘devlet gereğini yapar’ güveniyle öfkesini içine atarak sessizce ve kendince dua ederken, diğer taraftan uzun zamandan beri ‘görünür’ halde olmayan birtakım ‘İslâmcı’ eğilimler de yeniden ‘görünürlük’ kazanmaya başladı.

Televizyon kanallarında isimlerine ve simalarına pek aşina olmadığımız birtakım yorumcular tercih edilir olmaya başlarken, bazı küçük kitleler de (İstanbul Saraçhane Meydanı’nda olduğu gibi) tepkilerini, meydanlarda ‘tekbir’ nidaları, sloganlar, konuşmalar, şiirler ve “İslâmcı şarkıcılar”ın ezgileri eşliğinde seslendirmeyi tercih ediyorlar.

İçinde bulunduğumuz süreç, son ayların iç ve dış gelişmelerinin etkisiyle “İslâmcı” akımların ‘yeniden’ kendilerini göstermeye başladıkları bir süreci de beraberinde getirdi. İslâmcılık, bu vesilelerle yeniden gündemde. Batılı araştırmacıların, Türkiye’deki İslâmcı akımların Mısır kaynaklı olduğu iddiası da göz önüne alındığında, bu süreçteki “İslâmcı canlılık” hiç de şaşırtıcı görülmüyor.

Zaman gazetesi yazarlarından Mümtazer Türköne ile Ali Bulaç arasında yaşanan “İslâmcılık ölmüştür / ölmemiştir” polemiği de, konuya bir tartışma konusu olarak gündemde özel bir yer açılmasına sebep olmuştu. Mümtazer Türköne “İslâmcılık ölmüştür” iddiasında bulundu, Ali Bulaç ise “Hayır, ölmemiştir” tezini savunmuştu. Türköne de, bu polemiğin sonunda “İslâmcılık bitmiştir” iddiasını kendisinden önce dile getiren kişinin Ali Bulaç olduğunu da, onun eski bir yazısını hatırlatarak kaydetmişti…

İstanbul Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen ve 17, 18, 19 Mayıs 2013 tarihlerinde 8 oturum hâlinde gerçekleştirilen “Türkiye'de İslâmcılık Düşüncesi Sempozyumu” da, dünü, bugünü ve yarınıyla İslâmcılık’ın masaya yatırılmasına katkı sağladı.

Sempozyumda tebliğ sunan ve birbirinden farklı görüşler taşıyan konuşmacıların tespitlerini dinlediğinizde, ortaya “İslâm dünyası” için hayli acı birtakım gerçekler çıkıyor. Çünkü her şeyden önce, ortak ideallere sahip; birlik, beraberlik içerisinde hareket eden ve ortak tavır belirleyebilen bir “İslâm dünyası”nın aslında var olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyorsunuz. Olmayan bir “İslâm dünyası”nın, öldüğü (hatta belki de hiç yaşamadığı) dile getirilen bir “İslâmcılık” ile nasıl tesis edilebileceği, ciddi bir soru…

Prof. Dr. İsmail Kara’nın açılış oturumunda verdiği konferansta anlattıklarından, özellikle İslâmcılığın dış kaynaklı olup olmadığı ve Sultan 2. Abdülhamid’in İslâmcılara karşı mesafeli olduğu hususlarında söyledikleri dikkatimi çekmişti.  Prof. Kara, Türkiye’deki İslâmcılığın ‘dış kaynaklı’ olduğu şeklindeki Batılı iddianın amacını şöyle özetliyor:

“Aslında burada siyasî bir sebep aramak lâzım. Bana sorarsanız bu, Batılı ilim çevrelerinin, Osmanlı Devleti’ni ve Türkiye’yi tasfiye etmesinin parçalarından biridir. Yani modern İslâm dünyasının ve modern İslâm düşüncesinin kurucu unsurlarından biri olarak Türkiye’yi ve Türk entelektüel camiasını devre dışı bırakmak istikametinde bir politikanın neticesi olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bana sorarsanız, bunun dışında büyük bir açıklama kalıbı da yok. Onun için Türkiye’de de ‘İslâmcılık hareketi’ dendiği zaman hepimizin aklına gelen Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh, Reşit Rıza gibi Mısır eksenli kişilerdir. Unutmayınız ki bu dönemdeki Mısır, öncelikli olarak İngilizlerin, peşi sıra Fransızların, Osmanlı Devleti’ne karşı kurmaya ve kullanmaya kalkıştıkları bir bölgedir.”

Prof. Kara’nın, Mehmed Akif Ersoy ve 2. Abdülhamid üzerinden işaret ettiği bir ayrıntı da dikkat çekici:

“Mehmed Akif Ersoy, 2. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra bildiğiniz gibi Sırat-ı Müstakim mecmuasının yayınına başlıyor ve ilk sayılarda Abduh’tan tercümeler yayınlıyor. Şimdi bu tercümelerin tarihine baktığınız zaman (bazılarının, makalenin sonunda tarihi var), bu tercümelerin aslında Abdülhamid döneminde yapıldığını ve fakat yayınlanma imkânı bulamadığını görüyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: Mısır’daki Muhammed Abduh, Reşit Rıza çizgisinin çıkardığı Menar mecmuası (ki o dönemde İslâm dünyasının her tarafına ulaşan etkin ve önemli mecmualardan biridir. Modern İslâm düşüncesinin de önemli kaynaklarından biridir), Abdülhamid döneminde Türkiye ve Osmanlı topraklarına girişi tahdit edilmiş, (hatta yasaklanmış bile diyebiliriz) olmasına rağmen, İstanbul’da yaşayan alimler ve fikir adamları tarafından rahatlıkla takip edilebiliyor ve Akif gibi bir isim, bundan tercümeler yapıyor. (…) 1905 yılında Muhammed Abduh vefat ettiği zaman İstanbul’da hakkında hiçbir şey yazılamıyor. Abdülhamid dönemi ve İttihad-ı İslâm politikaları takip eden, hilafeti güçlendiren bir isim olmasına rağmen, Menar grubuna karşı fevkalade hassas bir tavra sahiptir. Onun için İstanbul’da kayda değer hiçbir yazı çıkmıyor; fakat İstanbul dışında yayın yapan Abdullah Cevdet’in İçtihad mecmuasında emvat-ı layemut yani ‘yaşayan ölüler’ başlığıyla küçük bir yazı yayınlanıyor. Bu yazı Abdullah Cevdet’e aittir. Bu yazıyı şimdi bu işlerle uğraşan birine okutsanız, (yazarını söylemeden) ve sonra da kime ait olduğunu sorsanız, bunu kesinlikle Abdullah Cevdet’e nisbet etmeyecekleri şüphe götürmez. Rahatlıkla bunu Elmalılı Hamdi Efendi’ye, Mehmed Akif’e, İzmirli İsmail Hakkı’ya nispet edebilirler. (…) Sultan Abdülhamid, bildiğiniz gibi, ittihad-ı İslâm politikalarını başlatan kişi değildir ama en üst düzeye çıkaran kişidir. Hilafet politikalarını yeniden inşa eden ve üst düzeye çıkaran bir kişidir ve fakat aynı zamanda siyasî talepleri olan modern İslâmcılık yorumlarına karşıdır. Aslında kendisi, modern bir İslâm yorumuna sahiptir. Onun için mekteplerde okuttuğu din dersi kitapları, ahlâk kitapları, büyük ölçüde İslâmcılık düşüncesine uygun bir İslâm anlayışı ortaya koyar ve fakat siyasî talepleri olan, biraz daha netleştirirsek, diyelim ki meşrutiyet isteyen, meclis isteyen, kanun-i esasî isteyen İslâmcılık hareketlerine karşı fevkalade sıkı ve daraltıcı bir siyaset takip etmiştir. Onun için Türkiye’deki İslâmcılık hareketinin kurucularının kahir ekseriyeti, ister yeni Osmanlılardan olsun, ister İttihatçılardan olsun, ister bizim bildiğimiz meşhur İslâmcılardan olsun, bunların hepsiyle Sultan Abdülhamid idaresi, mesafelidir, problemlidir. Çünkü siyasî talepleri var. Tekrar ediyorum; dinî yorum itibariyle Abdülhamid’in kafasıyla İslâmcıların kafası arasında büyük bir mesafe olduğundan söz edilemez ve fakat siyasî talepleri dolayısıyla ve şunu da zikretmemiz lâzım; özellikle Mısır menşeli İslâmcılık hareketlerini İngilizlerin kontrol ettiğini düşündüğü için, bunların İstanbul’daki ve Türkiye’deki karşılıklarına çok ciddi bir tavır aldığını söylememiz lâzım.”

Prof. Kara’nın hayli ufuk açıcı olan uzun konferansının bu bölümü, güncel Mısır tartışmaları bakımından da önem arz ettiği için kaydettim; fakat hocanın söylediklerini kendi bağlamından koparmamak (insicamını bozmamak) için, aşağıda sempozyumun açılış oturumunun ve diğer oturumların video kayıtlarını da yayınlıyorum.

Ben çok istifade ettim, siz de istifade edebilirsiniz.

(sururozturk@gmail.com)

Hiç yorum yok: