8 Temmuz 2011 Cuma

Ölümü en iyi köylüler bilir…

Sürur Öztürk

Babam, geçen Cuma gecesi vefat etti… Cumartesi günü ikindi namazının ardından, Sarıkaya İlçesi’nin Akbucak Köyü’nde toprağa verdik… Bu, ailemizden ilk ölüm… İğde kokulu köy yollarında, koca bedenleri sarsan sessiz hıçkırıklar, gözyaşları… Birbiriyle sürekli yer değiştiren, geçişken, karmaşık duygular…

Sarıkaya Devlet Hastanesi morgunun dolaplarından birisinin kapağı açılıyor, kızaklı sedye dışarıya çekiliyor; karşımda, beyaz kefeni içerisinde babam… Bir an öylece durup ona bakasım geliyor… Fakat, Sarıkaya Belediyesi’nin cenaze aracı kapının önünde bekliyor, kapağı açık halde duran tabutu da yanı başımızda… Ölüm beklemez, ölüler bekletilmez… Artık toprakla buluşma vaktidir ve acele edilmelidir…

Tabuta yerleştirmek için babamın cansız bedenini tutuyorum… Kefeninde morg soğukluğu… Babam ölmüş… İnanayım mı? Aklım bu gerçeği çoktan kabullenmiş ama gönlüm öyle değil… Hıçkırıklar düğümleniyor boğazımda… Bir su bendinin arkasında biriken sular gibi… Kapağını biraz aralayacak olsam, birikmiş ne varsa dışarıya taşacak… Şimdi ağlamak vakti değil… Oğulların babalarına karşı son vazifelerini yerine getirme vakti…

Ne çok şey sığıyor saniyelere, dakikalara…

Tabutu kaldırıp cenaze aracına yerleştiriyoruz. Şimdi köye gitme zamanı… Ağabeyim, şoföre yolu tarif etmek için cenaze aracının şoför mahallinde… Ben, amcamın oğluyla birlikte arkada, tabutun yanındayız… Arada sırada geriye dönüp, kaçamak bakışlarla tabuta bakıyor ağabeyim… Yüzünde, alışık olmadığım derecede hüzünlü bir ifade… Cenaze aracı olabildiğince hızlı… Bu ne acele böyle?.. İkindi ezanı öncesi köyde olunmalı…

Buğday tarlalarının arasından yol alıyoruz… Yollar, yıllar gibi akıyor cenaze aracının altından… Rüzgâr, ceketimi, saçlarımı savuruyor… Hava giderek bozuyor, yağmur yaklaşıyor… Babam ölmüş… İnanayım mı?.. İşte tabutu… Baban onun içinde… Sen cenaze aracındasın, bir elin tabutun üzerinde… Hayatın fotoğrafı bu…

Demek böyle bir şeymiş cenaze aracında olmak… Hani şu zaman zaman caddelerde, sokaklarda tesadüfen karşımıza çıkan ama sanki bize hep uzak duracaklarmış, hep ötemizden geçeceklermiş gibi önemsemediğimiz, üzerindeki tabutla öylece geçip giden, gözden kaybolan cenaze arabaları…

Rüzgâr, bir deniz gibi dalgalandırıyor buğday tarlalarını… Yağmur beklemede…

Selimli’yi geçiyoruz, annemin köyü… Her gördüğüm şey yüzlerce şey hatırlatıveriyor bana… Kerpiç evler… Kimi çökmüş, enkazı kalmış… Terk edilmişliğin hesabını sorarcasına ayakta kalmaya çalışan yıkık duvarlar… Kazlar… Çocukluğumda, diz kapağıma ulaşan boyunlarını uzatarak bana tıslayan kazlar… Çocukluğum… Elimi tabuttan çekip uzatsam, çocukluğuma dokunacağım ve belki oradan bir yerden, kısa pantolonlu, yalın ayakları toz içinde bir Sürur çıkıp bakacak yüzüme… Belki tanımayacak da beni… Bir araba gelip geçmiş olacak köyden… Cenaze arabası olduğu büyüklerden duyulacak… Yine düğümlenen hıçkırıklar… Göğsümün, aralanmasın diye sımsıkı kilitlediğim dudaklarımın ve genzimin arasına hapsetmeye çalıştığım hıçkırıklarım, bir kalp atışına benzer vuruşlarla ve bir kalp atışına benzer seslerle bendini zorluyor… Ama şimdi ağlamak vakti değil…

Sonra Akbucak, babamın köyü… O köprü, o ‘kanak’, o söğüt ağaçları… Derenin sığ kenarlarında, parlak küçük taşların üzerinden, küçük gruplar hâlinde bir o yana bir bu yana kaçışan balık yavrularını gördüğümüzde heyecanlandığımız, daha büyüklerinin çok daha derinlerde dolaştıklarını bildiğimiz beyaz karınlı kaygan balıklar yine oralarda bir yerlerde midirler?.. Söğüt dalından bir düdük yapsa biri, yine ses verir mi?.. Yılların gerisinde, her şey yerli yerinde sanki… Her şey ne kadar da vefâkâr… Belki bir ben vefasız…

Cenaze arabası, köy odasının önünde duruyor. Tanıdık simalar bekleşiyor önünde… Hangi bakışla karşılaşsam, ‘baban ölmüş’ diyor hiç konuşmadan… Babam ölmüş… İnanayım mı?... Şimdi ağlamak vakti değil… Hüzünlü selâmlaşmalar… Kaçırılan bakışlar, gizlenen gözyaşları…

Kısa bir duraklamadan, 1-2 dakikalık bir istişareden sonra, ‘babamın evi’ne yöneliyor cenaze arabası… Hanımlar orada toplanmışlar…

İlk çocukluğumun geçtiği o köy evi… Hayatımda, zihnimdeki canlılığını hiç kaybetmeyen en güçlü çocukluk sembollerinden birisi… Zihnimde her şey eskir, her şey yıkılır belki de, o ev yıkılmaz… 1974’te İstanbul’a taşınmadan önceki en canlı, en unutulmaz çocukluk hatıralarımın vefâkâr barınağı, yetişkin yıllarımın gıyâbî sığınağı… Penceresi hâlâ açık mavi, parmaklıkları hâlâ koyu lacivert… 40 yıldır rengi değişmemiş, ne güzel… Dış dünyayı algılamaya başlamış bir çocuk olarak, hayata baktığım ilk pencereydi o… O pencerenin önünde sıra sıra güller vardı… Bazı günler, gül şerbeti yapardı annem… 4-5 yaşlarımdayken, bir sabah herkeste bir telaş… Her sabah belli bir süre şakıyan, sabahlarımızın neşesi bülbülü kedi kapmış… Babam, ağabeylerim koşuşturuyor… Ben, bu telaşın, bu koşuşturmacanın sebebini anlama merakındayım… Ağzı açık, tedirgin bir bekleyiş içerisinde bir çocuk… O sabah o bülbül, o kedinin ağzından kurtarılamadı… Sabahları bülbül sesi kesilmişti… Çok üzülmüştü babam… Kulakları çok aradı o bülbülü… O bülbül, o gün mü ölmüştü, yoksa bu gün mü öldü, bilmiyorum…

Babam ölmüş… İnanayım mı?..

Halam, gömülmeden önce son bir kere daha görmek istiyormuş babamın yüzünü… Annem, ablam ve kız kardeşim de… Kefenin baş kısmını çözüp aralıyoruz… Önce halam bakıyor, çok sevdiği kardeşinin yüzüne… Yüzünü görmek teskin etmiyor onu; aksine daha derinden ağlamaya başlıyor. Ardından annem ve ablam yaşıyor aynı duyguları…

2-3 dakikada sona eren bir fasıl… Dakikalar sınırlı… Beklemeye vakit yok… İkindi ezanına az kalmış… Cenaze aracı camiye yöneliyor… Orada da tanıdık simalar… ‘Başın sağ olsun’ diye başlayan cümleler duyuluyor, şadırvan şırıltılarının arasında… Abdest alırken yağmur damlaları düşmeye başlıyor… Camiye girerken yağmur… Amasyalı genç imam, ölümden bahsediyor… Söylenecek sözler sınırlı… Bütün cümleler aynı anlama geliyor… Babam ölmüş… İnanayım mı?.. …

Az ileride amcam… Babam 79 yaşındaydı, amcam 80’in üzerinde… İstanbul’dan kalkıp geldi cenazesine… Çocuk zihnimi bazı kelimelere âşinâ kılan uzun tasavvuf sohbetleri ederlerdi babamla… Ahmed Efendi adı çarpardı kulaklarıma bazen… Çocuktum, “mübarek”, “zât” gibi kelimeler yoktu henüz lügatimde… Ama anlardım ki, Ahmed Efendi, “iyi bir amca”ydı…

Aşk derlerdi sık sık, aşk… Yusuf ile Züleyha’dan, Leyla ile Mecnun’dan, Kerem ile Aslı’dan, Tahir ile Zühre’den Allah aşkına uzanan uzun bir yol çizerler, o yolda uzun yürüyüşler yaparlardı… Aşk-ı mecazî böyleyse, Allah aşkı nasıldı kim bilir… Peygamberlerden, evliyalardan, Allah dostlarından bahsederler, hikâyeler, kıssalar anlatırlardı… Ama hepsinin içinde o kelime vardı: Aşk… Fuzulî’nin o meşhur mısraları ilk kez, yanlarında kendi kendime oyun oynarken, onların birbirleriyle ettikleri o sohbetlerde âşinâ olmuştu kulaklarıma:

“Aşk imiş her ne var âlemde / ilim bir kıyl ü kaal imiş ancak…”

İkindi namazı bitti… Sıra cenaze namazında…

Yozgat gazetesinin sahibi Osman Hakan Kiracı da orada… Babamın son günlerindeki durumu hakkında aşama aşama bilgi alıyor, “Yapabileceğimiz ne varsa yapalım” diyordu samimiyetle… Babamın Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılma ihtimali doğduğunda, Başhekimle görüştü, bilgi aldı, bana iletti… Aileden birisiymiş gibi yardımcı olmaya çalıştı, sağ olsun… Her teşekkürüme karşılık da, “Rica ederim, ne teşekkürü yahu! Bunlar bizim vazifemiz” diye tevazu gösterdi…

Osman ağabey, vefatını ben sabah havaalanına giderken telefonla öğrenmişti… “Cenazeye ben de geleceğim” demişti ve işte gerçekten de Yozgat merkezden Sarıkaya’nın Akbucak Köyü’ne gelmişti… Çok vefâkâr olduğunu söylediği bir arkadaşıyla birlikte onu orada görmek ne büyük bir teselli oldu… Elimi sıkıp “Başın sağ olsun” dedi, sarıldı… Bu bir dost sarılışıydı… Bir arkadaş gibi, bir ağabey gibi, bir baba gibi… Ağabeyimin gözyaşları içinde olduğunu, onu Osman ağabeyle tanıştırırken fark ettim… İkisini baş başa bırakırken, Osman ağabey onu teselli etmeye çalışıyor, metanet telkin ediyordu…

En büyük sevaplardan birine nâil olmuştu ağabeyim… Son yıllarında babamı İstanbul’dan yanına, Sarıkaya’ya almış, bakımının en meşakkatli olduğu dönemde durumunu adeta dakika dakika takip etmiş, kendine bakmadığı kadar ona bakmıştı… Büyük ağabeyim, babamın ilk göz ağrısıydı… 2008’den vefatına kadar da neredeyse her günü onunla birlikte geçmişti… Annem, “Ağabeyin eridi eridi” derdi onun bu çabalarını anlatırken… Babamın vefat ettiği gece hiç uyumamış, cenaze günü kıyafetini değiştirmeyi bile unutmuş, ya da buna fırsat bile bulamamıştı…

İlk çocuktu ve babamın bizim göremediğimiz o hayat dolu gençlik yıllarını yaşama şansına sahip olmuştu…. Ona dair en fazla hatıra onda… Babama dair zihni, gönlü, hafızası, hatıraları en zengin olan o… Eminim, onu toprağa vermek, hepimizden çok onu etkilemiştir…

Tabut musalla taşında… Saf tutuldu, tekbir alındı… Ölmüş insanlar için hayat, artık “bir göz açıp kapayıncaya kadar” sürmüş kısacık bir zaman diliminden ibaret kalmıştır ya hani, cenaze namazları da öylesine kısa işte… Hayatın kısa bir özeti gibi…

Tabut omzumda… Bunca gerçekliğe rağmen, sanki bir rüyada gibiyim… Babam ölmüş… İnanayım mı?..

Değişerek tabuta omuz veren köylüler, akrabalar… Ve mezarlık… Köyün gençleri, mezar kazmışlar… Bir insan boyunda çukur… “Kara toprak” dedikleri yer işte… Son durak… Tabutun kapağı açıldı, beyaz kefeni içinde babam bir kere daha karşımda… Derin çukura indirildi cansız bedeni… Babamı toprağa veriyorduk… Babam, bir daha geri dönmemek üzere gidiyordu ve bu kez bana tutunamıyordu da…

Tutunmak?... Hayli zaman önceydi… İstanbul Bahçelievler’de oturduğumuz dönem… Birgün, kalp krizi geçirmişti. Lise öğrencisiydim, şahit olduğum ilk ve tek kalp kriziydi… Annem, telaşla kalp ilacını yetiştirmeye çalışırken, halının üzerine çökmüş ve sırtını kanepeye dayamış olan babam, bileğimi sıkıca ama normal şartlardaki gücünün üzerinde bir kuvvetle kavramış ve bana şöyle fısıldamıştı:

“Oğlum, Sürur, beni bırakma…”

Bu, bir babanın can havliyle oğluna tutunmasından başka bir şey değildi… Bana tutunduğu sayısız zamanlar olmuştu ama hiçbir tutunuş o günkü gibi değildi…

Şimdi, hiç kimseye tutunamayacağı bir zamanın içinden geçip gidiyordu ve ben bu kez elimi uzatamıyordum ona… Kendi ellerimle toprağa verecektim üstelik…

Usulünce yerleştirildi mezara ve toprak atmaya başladık üzerine… Birkaç kürek toprak atmışken, gözlerimi mezardan ayırıp da yüzüne bakamadığım biri, “Sen bırak, bana ver” diyerek aldı küreği elimden… Karşımda, hüzün dolu yüzüyle ağabeyim… Aynı şekilde onun küreğini de aldılar elinden… Böyle değişe değişe ama hızla, çok acele ederek, toprak atıldı, birkaç dakika içerisinde kapanıverdi mezar… Kubbemsi bir toprak yığını… Aşina olduğumuz o mezar görüntüsü…

Babam ölmüş… İnanayım mı?..

Herkes çömeldi… Kur’ân-ı Kerîm, Fatihalar… Sonra, “Allah rahmet eylesin, başın sağ olsun…”

Ve dönüş… Babamı orada, toprak altında öylece bir başına bırakıp dönecek miydik?.. Dönüyorduk işte…

Babamı, kalp krizinden genç yaşta vefat eden halamın oğlu Recai ağabeyin yanına gömmüştük ve bu, oğlunu kaybettikten sonra büsbütün harab olan halamın tesellisi olmuştu şimdi…

“Bedri’yi Recai’nin yanına gömmüşler…”

Evlât acısı daha büyük bir acı olsa gerek… Annenin, babanın merhameti, evlatların merhametinden daha fazladır çünkü… Bu da ancak anne baba olunduğunda anlaşılır…

“Ölüm en büyük nasihattir…”

Amenna…

Bu ölüm, köye ve köylüye dair bir nasihat oldu aynı zamanda. Bunu yazmak kolay değil; yanlış anlaşılabilir ve rahatsız edici olabilir ama ben yine de kaydetmek istiyorum.

Gençleri neredeyse hiç kalmamış olan köyün yaşlılarının yüzlerinde, gözlerinde, o hüzünlü, o kasvetli havaya rağmen bir tebessüm fark ettim. Dışa vurulan bir tebessüm değildi bu… Muhakkak ki, kendilerinin bile farkında olmadıkları bir tebessümdü… Bir tebessüm de değil aslında… İçten içe duyulan bir memnuniyet, bir mutluluk hissinin, yüzlerine, gözlerine yansıyan belli belirsiz ışıltısı… Bir gönül yansıması belki…

Bir cenazede bile kendini gösteren o memnuniyetin, o içten içe duyulan mutluluğun, o belli belirsiz tebessümlerin muhtemel sebebi şu: Bir cenaze vesilesiyle bile olsa, yıllar önce köyü terk edip gitmiş olanlardan hiç olmazsa bir kısmı, işte bu gün buradalar…

Köylerdeki yaşlılarda terk edilmişlik, unutulmuşluk, yalnızlık duygusu o kadar fazla ki, vaktiyle çekip gitmişleri tekrar bir araya getiren cenazeler bile, hüzünlere bulanmış da olsa, adı konmamış, ilân edilmemiş, gizli bir vuslat şölenine dönüşüyor onlar için…

Bir elleriyle bastonlarına tutunup diğer elleriyle elimi sımsıkı tutup, gözlerime, gözbebeklerime bakarak, sitem yüklü kırgın bir sesle, “Gelin oğlum gelin, arada sırada bile olsa gelin” diyen yaşlılar oldu… İlk çocukluğumu geçirdiğim o köy evine komşu yaşlı bir kadın, benimle konuşma fırsatı bulduğu ilk dakikalarda, “Birgün hava sıcak, beton ısınmış, çıplak ayakların yanmış sıcaktan; birini indirip birini kaldırıyordun, ağlıyordun, seni ben kucağıma aldım” dedi… “Şimdi, aha şu duvarın gölgesinde oturuyorum akşama kadar” diye iç geçirdi ardından, gözleri dolarak…

Eminim, köylerin pek çoğu bu durumda… Artık, köyleri şenlendiren gençler yok… İlk fırsatta kaçıp gidiyorlar, ya ilçelere, ya başka şehirlere… Giden gelmiyor bir daha… Kesif bir sessizlik çöküyor köylere… Dumanı tüten kaç baca kaldı ki?.. Oysa her ocak yandığında kaç kişi toplanırdı başına… Uzaktan köpek havlamalarının duyulduğu koyu karanlıkları aydınlatırdı avlularda yakılan ocakların harlı alevleri… O yanan çalı çırpıların, o salına salına, ağır ağır yükselen ince dumanların kokusu… Ve o ateşlerin, akşam karanlığına hayat veren çıtırtıları… Yufka kokusu, bazlama kokusu…

Şafak vakti atlarını at arabasına bağlayıp, orağını, tırpanını, dirgenini, azığını alıp tarlalara doğru yola koyulan genç adamlar; ellerinde helkelerle pınara su doldurmaya giden genç kızlar, eski bir masal, bir rüya gibi şimdi… Hatıralar yaşlanmaz… Üstelik, yaş ilerledikçe daha da canlanır, en zayıf zamanlarında musallat olur adamın başına… İçini yakar, ciğerini dağlar… At arabalarının tekerleklerinin etrafına geçirilen demir çemberlerin, toprak yolda kumları ezerken çıkardıkları sesi bilir misiniz? Sonra, o at arabalarının metal aksamlarının, sabahın ya da akşamın sessizliğinde yankılanan ritmik tıngırtılarını hatırlar mısınız? Tarifsiz seslerdir onlar ve ancak kendi tabii ortamlarında bir musikiye dönüşür… Koşumlardan çıkan sesler ve onların kokusu nasıl tarif edilir ki?.. Bir at tırnağı, bir nal, bir nal çivisi görmeden büyüyen çocuklara nasıl anlatılır ki bunlar?.. Kavak ağaçlarının yaprakları rüzgârda nasıl hışırdar, bilir misiniz?.. Dere kenarında bir salkım söğüt, dalları suya dokunan… Ansızın suya atlayan bir kurbağa… Yaprakları hışırdatıp, kuru dal parçalarını çıtırdatarak, ağır ağır ilerleyen bir kaplumbağa… İğde ağaçlarının kokuları arasında uzayıp giden bir yol… Mor başlı dikenler, eflatun çiçekli çalılar, kan kırmızı gelincikler, bembeyaz papatyalar…

Artık köylerde elektrik de var, su da var, telefon da var, uydu antenli televizyonlar da var ama insanlar tükeniyor…

O en canlı, o eski zamanlarında bile sessizdi köyler… Şehirlerin en sessiz köşelerinde bile uzaktan uzağa duyulan o uğultu yoktu… İnsanlar göçüp gidince, büsbütün sessizlik çöküyor köylere… Sessizliğin sesini duyuyorsunuz adeta…

Belki bir merdiven basamağına oturup ufuklara dalıyor köylerin yaşlıları… Bir heykel gibi kala kalıyorlar öylece… Terk edilmişlik, unutulmuşluk, bir başına kalmışlık, yalnızlık, yapayalnızlık bir ölümdür… Ölümü en iyi köylüler bilir… Ve işte cenaze için uzaklardan gelenlere bunun için tebessüm ederler… Herkesin fark edemeyeceği, kendilerinin bile gayri ihtiyarî taşıdıkları bir gizli tebessümdür o… İçli sitemlerle, derin kırgınlıklarla, kırılganlıklarla, tarifsiz bir hasretle ve yüzlerce hatırayla yüklü, gizli ve buruk tebessümlerdir onlar… Ölüme terk edilişin hesap soran tebessümleri…

“Geldiğinizde çok geç kalmış olacaksınız; o zaman da biz sizi terk etmiş olacağız… Sizi ve sizin dünyanızı…”

Ölümü en iyi köylüler bilir…

Akbucak’tan, Sarıkaya’dan karmakarışık duygularla dönüyorum İstanbul’a…

Sorgun’da 5 dakika… Sorgun… Nüfus cüzdanımın Doğum Yeri hânesinde Sorgun yazıyor. “Yok, sen Yozgat’ta doğdun… İyi hatırlıyorum… Belki Sorgun’da nüfusa geçirmiştir seni babam… İçimizde bir tek sen şehirde doğdun” diyordu ablam… Galiba öğrenmenin zamanı geldi… Babamın Sorgun İlköğretim Müdürlüğü yaptığı dönemi hatırlıyorum… Hükümet konağının çatısında ne çok güvercin vardı… Adını “Garip” olarak hatırladığım bir müstahdem, bazı akşamlar bir daktilo getirirdi eve… Koyu yeşil miydi, gri mi?.. Büyük ve ağır bir daktilo… Babam, büroda bitmeyen işlerini evde tamamlıyordu herhalde… Bir deprem yaşamıştım o evde… Annem, babam evde değillerdi… Ne kadar da korkmuştuk… Büyük ağabeyim, “Salavat getirin” diyordu bize… Ben daha salavat getirmeyi öğrenmemiştim, bu yüzden daha da korkmuştum… ‘Ben şimdi ne yapacağım’ dercesine… Annem, babam, telaş içinde geldiler az sonra… Deprem bitmiş, duvarda bir çatlak oluşmuştu… Küçük çocuklarız ya, üstelik hiçbirimiz de uslu sayılmayız, ne yapacağımız belli olmaz, emniyette olalım diye kapıyı kilitleyip gitmişler… Deprem sırasında dışarı kaçamadık… Deprem olacağını ve o akşam dışarıda değil, asıl evin içinde emniyetsiz hâle düşeceğimizi nereden bilsinler… Dehşet veren bir suçluluk duygusu içerisinde eve koşmuşlar… Nasıl sarılmışlardı bize, nasıl… Hele annem… “Kurban olurum size ben… Yavrularım…” deyip deyip öpüyordu yüzümüzü… Anne yüreği işte… Onların o suçluluk duygularını hissettikçe, biraz onlar adına duygulandığımızdan, biraz da gadre uğramış mazlum çocuk pozisyonumuzu dramatize ederek, yeniden başlıyorduk ağlamaya…

Sorgun’dan da ayrıldık… Babam ölmüş… İnanayım mı?..

Yozgat’tan geçiyoruz… Solda, cam kenarında oturuyorum. Başımı sağa çevirdiğimde Saat Kulesi ilişiyor gözüme… Bir an görünüp kayboluyor… Bozok Üniversitesi’nin eski Rektörlük binası mimarî açıdan ne kadar da güzelmiş… Yeni bina gözüküyor sonra… Büyük ama kutu gibi… ‘Keşke daha iyi bir mimarîsi olsaydı’ diye geçiriyorum içimden… Yozgat Otogarı’nda kısa bir bekleyiş… Karşıda Yimpaş, yanında Kule…

Gece 01.30 sıralarında İstanbul’da, evimdeyim… Gayri ihtiyarî, zaman zaman aynı soruyu soruyorum kendime: Artık babam yok, öyle mi?..

Ölüm mukadder, âmennâ… Babam 79 yaşındaydı… Gözlerini kaybetmişti, kulakları güçlükle duyuyordu. Alzheimer’dan, böbrek yetmezliğinden muzdaripti… Yani, ölümü beklenmedik bir ölüm değildi… Âmennâ… Çok ızdırap çeker hâle gelmişti son günlerinde… Ölüm belki bir kurtuluş olmuştu onun için… Âmennâ… Ama o benim babamdı… İçimde târifsiz bir boşluk… Ne çok şey kalmış o mezarlıkta… Geri dönsem de alamayacağım ne çok şey…

Ertesi sabah, Yozgat gazetesinde babamın ölüm haberini gördüm… Cenaze fotoğrafları… Osman ağabey, cenazeye birlikte geldiği arkadaşına rica etmiş, cep telefonuyla defin esnasında fotoğraflar çekmiş… Bilmiyordum, fark etmemiştim de… Cenazenin kaldırıldığı anlara dair başka fotoğraf yok elimizde… Osman ağabeyi arayıp önce teşekkür ettim, sonra fotoğrafları bana göndermesini rica ettim. Erdoğan Bey, e-maille gönderdi, sağ olsun… Babamın vefatından önce yazdığım köşe yazılarımın altında, okuyucuların başsağlığı mesajları… Doğrusu beklemiyordum… Ne kadar duygulandım… Okurken gözlerim doldu… Her birine ayrı ayrı, en samimi, en kalbî teşekkürlerimi, selâm ve hürmetlerimi sunuyorum…

Merhaba Yozgat’tan Çetin Mermertaş ve Recai Büyüksoy aradı… Cihan Haber Ajansı muhabiri Ferhat Özer… Sağ olsunlar…

Hayat böyleydi işte… Kimi sevgilisini kaybederdi, kimi annesini, kimi babasını, kimi evlâdını, kimi başka bir yakınını… Her ölüm ölümdür ve herkes için acıdır… Metin olmak lâzımdı… Hiçbir şey olmamış gibi davranayım dedim önce, kendi kendime… Hayat devam ediyordu… Hafta sonu bitmiş ve sabah yine işe başlamıştım işte… Haberler… Yeni Hükümet… Cemil Çiçek Meclis Başkanı, Bekir Bozdağ Başbakan Yardımcısı… Tarım Bakanı yine Mehdi Eker… Tüh!.. Futbol camiası allak bullak… Operasyon büyük… ‘Bakalım magazin sektörüne ne zaman sıra gelecek’ diye geçiriyorum içimden…

Hayat devam ediyor… Fakat olmuyor işte… Öyle demekle olmuyor… Anladım ki başaramayacağım… Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı başaramayacağım… Babamı hatırladıkça Ahmet’e, oğluma sarılır oldum…

Baktım ki olacak gibi değil… Radyo haberlerine ara veremezdim… Gündem çok sıcak, sabahları gazete haberlerini dinleyen o kadar insan var… Fakat, diğer işyerinde, görevden alınan müdürümüzün veda toplantısına katıldıktan sonra, İnsan Kaynakları Müdürlüğü’nden birkaç gün izin istedim…

Bunca zamandır, beni akşamdan akşama 2-3 saat ancak görebilen 4 yaşındaki oğlumun elinden tutup, beraberce gezmeye başladım… Onun sevdiği yerlere gidiyoruz şimdi… Nereye gitmek isterse oraya gidiyor, ne yapmak isterse onu yapıyoruz… Zaten çok şey istediği de yok… O, şen şakrak koşup oynadıkça yüreğim ferahlıyor… O büyüyüp bir delikanlı olduğunda, bu günleri hatırlarken, belki ben de onun yanında olamayacağım…

Babam ölmüş… İnanayım mı?...

(surur-ozturk@hotmail.com)

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Sürur Bey öncelikle başınız sağolsun.Babanıza rahmet geride kalanlara başsağlığı dilerim allah rahmet eylesin..
Bir vefatın arkasından ve yöre için yazılacak ne varsa hepsini dile getirmişiniz.Kısacası Yöremizin sesi oldunuz bizlere yaşayıpda anlatamadıklamızı anlatıyorsun inanın bir taraftan çok duygulandım bir taraftanda böyle bir güzel yazı yazılamaz diye de gurur duydum.Acını paylaşıyorum.Ömer GÜNGÖR(www.hasbekliomer.com)

Adsız dedi ki...

Allah rahmet eylesin, mekan-ı cennet, başınız sağ olsun.

İsmail Düğenci dedi ki...

Allah geçenlerinize rahmet eylesin.Her nefis ölümü tadacaktır.
Babanıza rahmet, size hayırlı uzun ömürler dilerim.

Mehmet Akınol dedi ki...

Allah Rahmet Eylesin. Mekanı Cennet Olsun.

Adsız dedi ki...

allah rahmet eylesin, başınız sağ olsun. hepimizin gideceği yer ora. cenabı allah sabırlar versin.
Büyüklerimizden şunu işitirdik "GELİN GİRMEDİK EV OLUR DA ÖLÜM GİRMEDİK EV OLMAZ" yazınızın başlığını çok anlamsız ve abesle iştigal ve bölücü nitelikte buldum. Ölümü en iyi köylüler bilir - şehirliler bilmez gibi Ölümü bile köylü şehirli ayrıştırmasına getirdiniz ya pes doğrusu.